31 Ağustos 2010 Salı

En büyük asker, bizim asker

 Giden, gönderen, yollayan, karşılayan... Askerlik dediğin hayatın ortasında koca bir bekleyiş başlı başına... Her Türk gencinin ve etrafındaki herkesin hayatında bir duraklama, değişiklik hatta bazen yeniden yol çiziş...

İster istemez siyasi bir tarafı ve bakış açısı da var meselenin... Farklı tutumlar elbetteki söz konusu... Askerliğin yapıldığı coğrafya ve şartları büyük etken... Arkada bekleyen birilerin olup olmaması ise daha büyük... Ama değişmez bir gerçeği var yine herkes için: Şafak! Ne ilginç bir kavram aslında... Daha giderken askerlik karanlık kabul ediliyor. Bitişi aydınlığa eş sayılıyor. Hatta halen kız verilmeme sebebi de sayılıyor ya... "Aydınlanıp gel çocuğum" der gibi. Tam Türk işi : )

Kimileri çok hevesli, kimileri tam tersi... Birileri kısa dönem, birileri uzun peşinde... Kimisi de inatla bedelli beklemekte... Her evin, her ailenin içinde bir yerlerde biraz telaşlı biraz da endişeli bir bekleyiş askerlik... Öyle ya da böyle... Ne kadar uğraşsam da bu konuda çok neşeli bir yazı yazmak mümkün değil sanki. Ama bunca beklemek yazmışken tezkere beklemeyi nasıl es geçerim ki?

Gidenin işi zor... Yıllarca gideceği tarihi bekliyor ya da öteliyor. Dönemi belli olunca ister istemez geri sayıyor. Öyle ya da böyle özgürlük kısıtlaması var, riski var... Hayata verilen koca bir “es” var... Gidince de özlem giriyor işin içine... Geride bırakılan şehre, aileye, alışkanlıklara, sevgiliye... Bir de tarihi belli bekleniyor hani; sürekli bir geri sayım halinde...

Askeri bekleyenleri de unutmamak gerek... Hayatınızdan birileri çekilip gidiyor bir süreliğine... Herşey aynı ama herşey eksik bir garip bekleyiş başlıyor... Gözler kulaklar hep heber bültenlerinde...

Askeri bekleyene de tezekereyi bekleyen askere de en doğrusu sabır dilemek... Her bekleyişte olduğu gibi çok ertelememek de en doğru çözüm galiba... Yaşlar ilerledikçe zorlaşıyor mu sanki? Bir an önce gidip, yapıp, dönmek en iyisi... Ve kimse kolay olacağını söylemedi...

Bekleyen

20 Ağustos 2010 Cuma

Bitse de gitsek!

Sabah kapıdan girildi, kahvaltı, gazete, dün akşamdan kalan birkaç mail hatta üç-beş sohbet… İlk saatler hızlı geçti… Öğle yemeği yaklaştı, nereye gidileceğine ya da ne sipariş edileceğine karar verildi… İyi-kötü, o da geçti… Saatler 2 ya da 3 oldu… Ve beklenen hissiyat, çalışan psikolojisi devreye gitti: Ne ara biter bu mesai?

Dışarıda toplantı varsa iyi, gün yendi sayılır. Ancak tam gün aynı yerde ikameti gerektiren bir çalışma modeli varsa ortada gün bitmek bilmeyecektir… Örneğin finans sektörü, örneğin reklam yaratıcılığı, örneğin sağlık personeli… Ve pek tabii ki tekstilden makineye üretimin her alanı… 

Bak bak aynı duvarlar, dön dolaş aynı insanlar… Yakası maviymiş, beyazmış ne fark eder? Çalışılan yerde geçiyor ömür ve nedense yaklaştıkça uzaklaşıyor çıkış saati… Patronun ya da üst yönetimin durumu farklı sanılmasın, iş bu herkese sıkıcı. Herkesler telaşlı, herkesler endişeli ve herkes de bir alternatif hayali…

Hafta sonuna yaklaştıkça çekilmez durumda… Hele günlerden cumaysa, geçer mi? Bir de fazla mesai durumu var ki evlere şenlik… Kalmadı kuralı, kaidesi… Ömür itiyor, iş bitmiyor beyler bayanlar… O yüzden tipik olarak herkes kendine ufak kaçak alanlar yaratıyor. Facebook, Twitter, sanal oyunlar… Sahi artık “surf yapıyorum” denmiyor değil mi?

Herkesin yöntemi kendine ancak çalışan kesimin çıkış saati, günün ve hayatın en bitmek bilmez bekleyişi… Buradan bir de küçük tüyo verelim: Sevdiğin işi yapmak ve çalıştığın ortamı sevmek hayatı ciddi şekilde kolaylaştırır… Son tahlilde ben de uzmanların yalancısıyım pek tabii ki!

Bekleyen

12 Ağustos 2010 Perşembe

An-la-sa-na!

Anlattığın kadar değil, karşındakinin anladığı kadarmışsın ya bu hayatta… O zaman o hayatın en insani ve de bir o kadar biçare bekleyişi ile devam edelim yazmaya…

Okulda evde, sosyal çevrelerde, özel hayatta, sokakta ve de yatakta ve hatta maçta, doktorda, karakolda akla gelen her yerde her alanda… Bir çift sözümüz var ya… Hani bir hikayemiz var anlattığımız… Kendimizce koyduğumuz noktalar, aldığımız tavırlar… Bazen telaşlı bazen de fazla sakin beklediğimiz… Asıl soru şu şimdi: Karşınızdaki ne kadarını kabul etti, özümsedi ya da hazmetti? Belki de toptan reddetti!

Misal birini terk ederken ya da “gitme” derken… Ya da özlemişken veya çok ama çok kızmışken… Evden ayrılmaya karar verdiğimizde ya da dönmeye… İşi bırakmak istediğinizde veya yeni bir projenin peşine düştüğümüzde… Belki de bir macera var önümüzde… Tüm o çevremizdekiler, soran gözler… Anlatmadan anlasalar ya keşke…

Hitabeti kuvvetli tipler vardır ya etrafta sanmayın çok iyi anlatıyorlar dertlerini… Herkesin içinde bir yerde bir sohbette ne kadar anlaşıldığına dair bir şüphe yatar… Ya da bana mı öyle geliyor? Sanki öyle, evet evet öyle gibi… Yakın ya da uzak geçmişte bir hatıranın ucunda sallanır, içini kemirir o an… Kemirmez mi?

Anlaşılmayı beklemek biraz da özür diler gibi bir hal nedense… Sanki karşınızdakinin planlanan eylem ya da ortaya konan fikri beğenmeyeceğini veyahut onaylamayacağını düşündüğünüz anlara dair… Aynı fikirde olmayı beklemek gibi ama değil işte…

Anlamak, aynı yerde olmak; anlaşılmak onaylanmak değil aslında… Hani hoşgörü dedikleri geçer biraz yanından kolaylaştırır işleri… Tersi durumlarda isyan hızlıca kaplar bünyeyi…

Konuşa konuşa anlaşıyormuş ya insan… Dikkatli konuşsun aman, kırmadan, kızmadan,  küstürmeden… Belki böylece azalır beklenti… Kim bilir?

Bekleyen

3 Ağustos 2010 Salı

Kimler geldi, kimler geçti…

Yuricim sağ olsun müzisyenin gözünden sahnenin nasıl beklendiğini tatlı tatlı anlattı… Ama asıl bekleyiş onda değil bizlerde hiç kusura bakmasın. Yıllarca dinlenilen, benimsenen, hayata eşlik eden bir müzik grubu ya da solistin Türkiye’ye gelişi nasıl beklenir bilir mi? Onlar ki pek çok unutulmaz anın vazgeçilmezi ya da kendi başlarına yaratıcıları…

Hatırlar mısınız, Michael Jackson’ın İstanbul’da vereceği ilk konser hasta olduğu için ertelenmişti de ertesi yılı beklemek zorunda kalmıştık… Işıklar içinde yatsın, özel adamdı. Sırf stat konseri görmek için, müziğini sevmemesine rağmen kaç kişi Bryan Adams’a gitti? 1993 olmalı o efsane yıl… Guns N’ Roses, Sting, Bon Jovi, Madonna, Metallica, Elton Jhon, Scorpions… İlk geliş, ilk beklenişleri… Cidden ya ne günlerdi?

Şimdilerde memleketçe dünya turlarının içinde yer alıyor, farklı organizasyon şirketlerini tanıyor, biliyor, takip ediyoruz… Ama o zaman Ahmet San’dan başkası yalandı. Gençlik miydi, daha mı duygusaldık? Pek bi hevesli, heyecanlı bekleyişlerdi… Hoş daha yeni Massive Attack aynı heyecanı yarattı bünyede… Belki de mesele ne zaman değil, kimin geldiği…

Tüm müzikseverlerin bi önemsediği, beklediği, geri saydığı mutlaka vardır… Önce turne bilgisi… Peşinden gelen tarih netleştirme bekleyişi… Talebe göre bilet karmaşası… Kimlerle gidileceği, nerede izleneceği… Davetiye kovalamaca… Genelde peşinden gelen hayal kırıklığı… Konser gününün yaklaşması… Öncesi için son planlar ve konser alanı… Neden çıkmak bilmez bu gruplar? Ve sahne… Ortalama iki saatlik dünyadan kopuk bir süreç ve bis’le gelen final…

Değer değer, genelde beklendiğine değer o konserler… Şimdilerde aynı sebeplerle kendi adıma inatla Amy Winehouse bekliyorum. Biri şu kadını kolundan tutup getirebilir mi? Hani yaşam koşulları ortada… 

Bekleyen