31 Mayıs 2010 Pazartesi

Gel-e-meyen haber…

Gece yarısı… Kahve, bourbon ya da su fark etmez… Size neyin eşlik ettiği önemli değildir… Tiryakiyseniz paket çoktan bitmiş veyahut Nutella kavanozu ile derin bir ilişkiye girilmiş olabilir… Sonuçta vakit geçtir ve eylem yine beklemektir…

Saat ilerledikçe o telefonun çalma ihtimali daha da düşer… Hele kapıdaki tıkırtının hiç şansı kalmaz… Teknolojinin hayatımızdaki yeri malum… MSN, cep mesaj, mail, kurumsal mail… Facebook sayfasında hareket var mı? Twitter’a bir şey yazmış olabilir… ‘Belki ayakta olduğumu düşünmüyordur’ denir, sosyal network’ler üzerinden manidar laflar edilir… Bir de G-talk’a mı baksak?

Gelmez! Ama yine de beklenir…

Gönül meselesi beklemek eyleminin en bi sevimsizidir. Dergilerde an itibariyle ilgi çekici konu kalmamış, TV sarmamış, PS baymış ya da uyku kaçmıştır. Malum kişinin konudan haberdarlığı ise her daim şaibe taşır.

Sırayla tüm ihtimaller tam tersinden hesaplanır. Arasam, mesaj çeksem, offline mesaj yazsam, mail atsam vs vs… Sabırsızsanız bu yollardan birine başvurursunuz. Şayet anında cevap gelmezse vay bekleyenin haline… Şimdi eziyet iki katı… Yok gelirse ne mutlu size!..

Hoş en başta genel eğilim beklemeyi gerektirdiyse zaten ortada küçük de olsa bir kriz var demektir… Dolayısıyla sabahla aranızdaki mesafe, -kişiliğinize göre hızı değişse de- güzelce açılır… Sinirli bünye kendini sokağa atar, melankolik radyoyu açar, depresifler yatağa sığınır, hiperaktif olan yemek pişirmeye ya da dans etmeye kalkabilir… Ya da boş boş karanlık seyredilir… Dedik ya kişiliğinize göre oyalanma yöntemleri şekil değiştirir ama gerçek değişmez… Haber gelmemektedir…

Aynı evi paylaşan iki kişiyseniz bu durumla yine de karşılaşılabilir… O telefon bi açılmasın da görelim! Ezkaza karşı tarafın nerede olduğu bilinmiyor ya da kendine ulaşılamıyorsa bu deneyim intikam planları ve felaket senaryoları arasında bir kurgusal zenginlikle süslenir ki sormayın!

Bu durumda yine o makbulsüz kurallardan biri devreye girer beyler bayanlar: Beklenen haber, gelmeyen haberdir!

Bu bekleyişin kolayı yoktur ancak şayet yalnız olmadığınızı bilmek kendinizi iyi hissettirecekse kıssadan hisse şöyle denebilir: Nice şiir ya da bestenin o bekleme gecelerinden çıkması hiç de tesadüf değildir.

Bekleyen

24 Mayıs 2010 Pazartesi

A Avrupa yolunda…


Sporla uğraşanlar çok iyi bilir ki başarı, her daim çıtasını yükselten bir olgudur. Bir hedef koyarsınız, o hedefin gerektirdiklerini hayata geçirmek için mücadele edersiniz… Ancak gerçek anlamda bir başarıdan bahsetmek uzun soluklu bekleyişleri de beraberinde getirir… Hedefiniz genelde kısa vadede iki, uzun vadede beş ya da altı yıla yayılmış bir kurguya zorlar sizi… Sonra mı? Yeni bir hedefin vakti gelmiştir.

Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada insanların hobi olarak gördüğü bir işi kendine kariyer seçmek pek çok açıdan kişiyi farklı kılıyor. Ben o seçimi 16 yaşında yaptım ve çok bilinen ya da tercih edilen sporlara kıyasla oldukça alternatif düşen sutopunu kariyer yolum olarak belirledim. O dönemki şartlarda ilk ve doğal hedef Galatasaray’ın başına geçmekti… 27 yaşında Galatasaray’ın başantrenörü olduğumda çıta pek tabii ki yükseldi ve amaç milli takım olarak önümdeydi.

2005 yılında Universiade’da A milli takımla üçüncülük madalyasını aldığımızda, gözümüz Avrupa’ya çevrildi… Avrupa’nın en iyi 12 takımının karşılaştığı A Grubu hedefinin gerçekleşmesi ise tam beş yıllık bir bekleyişi de beraberinde getirdi… Yıllarca her Avrupa Şampiyonası finallerini izlemeye gittiğimde “belki bir gün” cümlelerini sıkça kurduğumuz A Grubu yolunda en önemli dönemeç B Grubundaki şampiyonaydı. Lugona’da ardı ardına oynanan sekiz maçın öncesindeki bekleme bir yana, bir de her gece yeni doğacak günün diğer maçlarını bekleyerek geçti. Sonuçta B Grubu’nun şampiyonu olduğumuzda önümüzde A Grubu elemeleri için önümüzde sekiz ay vardı…

Sekiz ay boyunca İstanbul’da oynanacak elemeleri bekledik… Çalışmalara başladığımız ilk günlerde bu hedefe inanacak oyuncu bulmak bile zordu. Çünkü sadece birkaç yıl öncesinde muhtemel rakiplerle maçlar 10 farkla bitiyordu… O sekiz ay boyunca oynanan tüm resmi maçlar, gidilen kamplar ya da antrenmanlarda her “kötü” sonuç, beklemeye bir de demotivasyonu ekliyordu.

Bizim ilk defa katılmaya çalıştığımız grupta, rakibimizin 12 yıldır oynadığı gerçeğini unutma şansımız yokken tüm o süreçte elemeler yaklaştıkça “imkansız”, “acaba”, “keşke” gibi onlarca duygunun ifadesi de yanımızdaydı. Zaten sporun doğasında iyi hazırlanmak kadar hissiyat kavramı da çok ciddi bir yer kaplıyor. İnanç, yenilgiden yılmamak, kötü skorda düşmemek turnuva gününü beklerken sporcularınıza en çok aşılamanız gereken duygular…

Son hafta hele hiç geçmek bilmiyor… Artık yapacak hiçbir şey kalmamış durumda… Ne taktiği değiştirebilirsin ne yeni antrenman ekleyebilirsin ne de fizik güce bir katkın olur… Bir antrenörün en kötü haftası… Sadece maç görüntülerini defalarca hatta belki de biraz gereksizce izlersin… Ve beklersin…

Konu spor olunca işin içine giren adrenalin faktörünü de unutmamak gerek… Ki sabır ve adrenalin çok da yan yana gelebilecek iki kavram olmamasına rağmen… İkilikler, işinizi etkileyen ve kontrol edemediğiniz faktörler… İşin kötüsü bekleyiş biter, hedefe ulaşırsınız ve birkaç saat sonra etkisi geçmeye başlar… Birkaç gün üzerinizde o hava kalır ancak şayet başarı odaklı yaşıyorsanız yeni hedefi koymanız bir haftanızı bile almaz…

Bugün elemelerden sadece iki hafta sonra, Avrupa A Ligi’ne giden ilk Türk sutopu milli takımını temsilen bu yazıyı yazarken elbette ki yeni hedefim belli… Sadece tecrübeyle biliyorum ki oyuncularıma söyleyeceğim doğru zamanı da beklemem gerek.

Sinan Turunç
Türkiye Sutopu Federasyonu
Milli Takımlar Başantrenörü

11 Mayıs 2010 Salı

Devlet kapısı

Yolu sevgiden geçenler birleşin! Çünkü resmi bir dairede resmi bir işiniz varsa şayet konu malum bekleyeceksiniz…

Düzeyiniz, eğitiminiz ya da moda ifadesiyle sosyal statünüz fark etmez. Yaptığınız işe göre sıklığı değişse de elbet ama elbet günün birinde bir resmi daire kapısının önünde bulursunuz kendinizi…

Şimdilerde işler eskiye göre oldukça hızlansa da çok emin olmayın. Tamamen otomasyona geçildi diyebilirsiniz ancak o sistemlerin çökmesi her daim an meselesidir… Malum 70 milyonluk ülke! Pasaport, vize, SGK, nüfus müdürlüğü, vergi dairesi, askerlik şubesi, araç muayene, trafik şubesi, postane ve pek tabii ki emekli maaşı meselesi…

Öncelikle kahvaltınız etmiş, çayınızı ya da kahvenizi içmiş, mutlak ayılmış ve sinirleri alınmış olun. Hatta fırsatınız varsa alternatif tıbba güvenin. Bitki çayları “yatışmak” konusunda bire birdir. Yola hazır çıkın kısaca…

Acı gerçeği baştan kabullenin, özel sektörün ve de özelikle büyük şehirlerin hıza dayalı kuralları buralarda geçmez… Boyut değişir, zamanın akışı bildiğinizden şaşar… Siz sürekli saate bakar, araya kaynayanlarla kavga edip etmeme kararını vermeye çalışır, yakın çevrenizde dolanan ve hayatınızda bir daha asla karşılaşamayacağınız insanlarla garip diyaloglar içine girersiniz…

Bekleyenler olarak söylenmek adettendir. Arada bazı sinir katsayısı yüksek ağabeyler çıkar, mutlaka arkalarından “adam haklı” nameleri yükselir. Zaten genel olarak herkes haklıdır. Yalnız bu haklılık durumda bir değişiklik yaratmaz, sadece haklı bir bekleyiş yaratır!

Bu işlerden kaçışınız yok… O yüzden benden tavsiye önce sistemi çözün. Sakın emin olmadığınız bir kuyrukta beklemeyin… Mutlaka size söylenen bilgiyi en az iki yerden teyit ettirin. Cevap alamıyorsanız da ısrar edin. Yetmez, etrafınızdakilerle sohbet edin, sizden iyi bilen biri elbet vardır! Ama her duyduğunuza da kulak asmayın, bir önceki kurala dönüp bilgiyi bir daha teyit ettirin.

Günün sonunda kimse size “yarın gel” demediyse, bu zorlu ve de çetin mücadelelerden kendinizi bir seferlik bekleyişle kurtardıysanız evinize muzaffer bir kumandan edasıyla dönebilirsiniz. Yok, beklenen oldu ve yine aynı kapının yoluna düşüyorsanız da boşuna kendinize eziyet etmeyin… Kaçış yok, yine gidecek yine bekleyeceksiniz… Tüyoları unutmayın yeter!

Bekleyen

7 Mayıs 2010 Cuma

Bebek beklemek…

Nedense kadına atıf bir durum gibi görünüyor ancak küçük bir sır veriyim erkekler bu konuda çok daha heyecanlı!

Kadınlar doğası gereği doğuma neredeyse doğuştan hazır! Tamam abartmayalım, teknik olarak 13-17 yaş aralığında hazır hale geliyor… Ama erkek tarafı için konu baştan aşağı bilim kurgu filminden farksız… Pek bir şaşkın izliyorlar genelde olan biteni…

Derdim kadın–erkek ayrımı değil pek tabii ki… Daha başlarken savaş çıkmasın. Hem zaten önümüz Anneler Günü… Bu nedenle bu yazı tüm annelere gitsin. Çünkü muhtemelen hayatlarının bekleyişi doğumu beklemek olacaktır her biri için…

Korkulu bir bekleyişten bahsediyoruz aslında… Her bireyin hayatının en önemli anı olan bebeğin gelişi beraberinde o kadar çok endişe getiriyor ki…

Olası tehlikeleri açıp adam gibi okuyan er ya da hatun kişi üç günde anksiyetesini kaybeder! Eh malum kadınlar endişeye biraz daha meyilli…

Kız mı erkek mi? Kaç aylık? Durumu nasıl? Yeterince besleniyor muyum? İsmi ne olacak? Hangi burca girecek? Ya bir aksilik olursa? Neden bu kadar uyuyorum? Daha kusacak mıyım? Normal doğuma dayanabilir miyim? Sezaryen çok mu eziyet? Tanrım, şişmanlıyorum…

9 aylık sürecin ufak tefek birkaç yan etkisi… Tanıdık geldi mi? Bir de son saatleri var meselenin… Doğuma yaklaşılan her dakika başka bir heyecan…

Ama her annenin bildiği şekilde bu beklemenin sonu doğanın en büyük mucizesi… Anne ve bebeğin arasındaki kordonun kesilip, nihayet ilk temas yaşandığında tüm o telaş bitmedi mi?

Dünyanın tüm anneleri, o ilk ve kutsal anınız bir kez daha kutlu olsun…

Sahi erkekler “alien” bekliyordu değil mi?

Bekleyen

Beklemek bir eylem mi?

Cevabı en baştan veriyorum: Olmasın, hatta mümkünse sonundaki –mek takısı da atılsın bir zahmet! Emir kipinde kalırsak hayır deme şansımız olur hem…

Şöyle bir düşününce her ne bekliyorsan, beklemezken gelir gibi garip bir durum var hayatımızda. Sebebi murphy, karma, doğa, kader ya da şans olabilir ama genelde bu kural pek bi geçerlidir. Zaten adı kural olunca da keyifsiz oluyor ya. Aslında sorun şu ki bir de kırılabilen cinsinden değil… Çünkü ve de maalesef beklemek içinde özneden başka bir faktörü de barındıran eylemdir.

Dilbilgisi dersine dönmeden örnekleyelim… Misal yemek kişisel bir eylem normalde… Kendin hazırlıyorsan tabii. Ancak sokaktaysan ve ne kadar açsan; servis o kadar gecikir! O zaman beklememenin yolu kendi işini kendin yapmak denebilir de… Pratikte mümkün değil…

Her iş ayrı uzmanlık, her bekleme bir başkasına dair… Dolayısıyla da hayat beklemekle geçiyor. Sevgilinin gelişi, toplantının sonucu, öğrencinin sınavı… Beklerken ne çok vakit geçiyor yahu!

Şahsen benim en çok da haber beklerken, ilkokul çocuğu gibi karnımın ağrıdığı zamanlar oluyor… Hoş onlar da ilköğretim okulu çocuğu ya artık… Her şey mi değişti?

Neyse neyse o yola girersek hayatta çıkamayız. Burada amacım belli, beklemek eziyetinin deneyimini paylaşacağım. Hatta bir kısım eş-dost da destek atacak, söz verdi. Belki birkaç tanıdık sima da aramıza katılabilir, kim bilir?

Beklemediğimiz günler dileğiyle,

Bekleyen