24 Haziran 2010 Perşembe

Rötar!

Bir of çektik, karşıdaki dağlar inledi mi? Seyahat denen güzelliğin en büyük eziyeti rötar hayatımızdan çeksin gitsin. Hem zaten sözcük dilimize Fransızca’dan girme, eksikliğini hayatta hissetmeyiz, böyle bilinsin.

Vazgeçtim detayından, adını koydum ruhum daraldı. Beklemek dediklerinin en sıkçası havaalanı, terminal ve gar kısmı… Yalnız Haydarpaşa’nın bu konuda bir ayrıcalığı var… Yapının görkeminden mi yoksa eski Türk filmlerinin meşhur ayrılık sahnelerinden mi bilinmez o gar insanda MFÖ şarkısı gibi anneye seslenme hissiyatı yaratıyor. Bir tuhaf yalnızlık melankolisi, biraz hüzün… Orada beklemek bir çeşit deneyim… O yüzden şikayet kısmından muaf. Benzer sebeplerden olsa gerek Candan Erçetin de son klibini orada çekmiş. Neyse…

Yolculuk insanda hoş bir kıpırtı yaratıyor. Bazen bir miktar endişeyi beraberinde getirse de gitmek pek güzel, pek keyifli eylem… Gitmek için evden çıkıp, gidememek değil ama! İş gereği yolculuklar genelde sıkışık zamanlarda, tatile ise bir an evvel varası geliyor insanın… Her şey hazır, vardınız limana ya da terminale… Saat yaklaşıyor, sonra bir anons geliyor… Hatta bazen bir tane, bir tane daha…

Başlanmış iş bitmiş iş derler ama çıkılmış yol gidilemeyince yol olmaktan çıkıyor… Bulunulan alanda yapılacak işler kısıtlı… Hele yalnızsanız yine bir bekleyenlerle iletişim kongresi havası… Herkesin acilen gitmek için bir sebebi var ancak çaresi yok… Kaza ya da hava koşulları gibi mantıklı bir sebep yoksa yani insan neden beklediğini bilmiyorsa ortam daha da kabus. Her yerde klasik haklı müşteri tavrı hakim, “bir açıklama yapın” lafları…

Hele bayram, yılbaşı ve benzeri zamanlar… İyi havalara denk gelen, haftasonuna eklenmeye müsait resmi tatiller… O ne yığılmak, ne çok beklemektir… En kötüsü de gittiğin yerden dönememektir… Ne de olsa eve dönüş en sabırsız gidiştir bir tarafıyla… Daha birkaç ay önce adını telaffuz etmeye yeltenmeye bile kalkmadığımız yanardağın külleri tüm Avrupa’yı perişan etmedi mi?.. Doğaya direnmekte değil, eşlik etmekte fayda vardır belki…

Bekleyen

18 Haziran 2010 Cuma

Dersimiz: Hayat Bilgisi / Konu: Beklemek

Geçen hafta Paris’teydim. İnsanda aşka benzer bi duygu yaratan bu şehirden henüz ayrılmadan bi sonraki gidişi beklediğimi hissettiğim an, çoğu insan gibi ‘bekleme”nin olumlu ya da olumsuz çağrışımlarından azade bi hayatım olmadığını fark ettim.

Ne acaip bi duygu…

Eski Türk filmlerindeki duygusal durumlar misali: Sevgilinin yanındayken bile özleme hali… Vuslata ermek için beklemek fiili eski film ve romanlar nostaljisinde kaldı biliyorum.

O günlerdeki gibi olmasını beklemiyoruz tabii. Hız çağında kimse kimseyi hiç bir konuda beklemek istemiyor.

Bekleme ve bekletme eylemi arızaya bağlanıyor.

Yine de ‘aşk’ın bazı bünyeler için ‘sabır’ a ilişkin bi göndermesi var eski zaman muhabbetlerine. Bu durumda bekletmenin sadizmi ile beklemenin mazoşismi ‘tutku’ köşesinde seni bekliyor. İllaki o yaman çelişki: Cansiperane başlasın diye bekliyor bi taraf, sonra da bitsin diye belki…

Bitsin diye bekleyen başlasın diye bekleyen ise sorun yok. “Bitecek mi?” diye bekleyene kesiyor cezayı zaman…

Aklının bi köşesindeki o minik kurt yuvalandığı yerden vır vır konuşuyor kendi kendine: Ya biterse…

Bi şeye başlarken ona başlamayı bekliyorsun önce, sonra da bitirmeyi. Böyle yaratılmışsın zira.
Aşk da buna dahil söylemesi acı.

Beklemenin ikiz kardeşi sabretmek fiiline ise hiç girmemeli. O meşhuur “Sabreden derviş”in muradına erdiğini gören bilen var mı? Dervişi bilmem ama ”bekleyenblog” muradına erdi. Bak bi parça beklettim ama beklemek üzerine yazdığım yazı bitti!

Son söz: Beklerken acı çekmiyorsan beklemek aslında hiç de fena bi şey değil. Godot’yu beklemiyorsan tabii!

Ayşegül Aldinç

14 Haziran 2010 Pazartesi

Sınırlı Sorumlu Sınav Sorunsalı (S.S.S.S.)

Tam zamanıdır, gençliğin derdini dile dökmenin! Malum tüm öğrenciler bir derin bekleyişte bu aralar… Şimdi insan, doğar, yaşar ve ölür ya… O yaşamanın ne olacağını belirleyen en önemli etkenlerden biri olan yapılacak iş kısmı büyük yüzde de eğitimden geçer ya… İşte o eğitimin içi dışı her bir tarafı sınavdır ya… Bizim memlekette o sınavların arasında sonu S ile biten üç harfliler bir özel ilgi ister.

Lise düzeyinde en büyük meselemiz SBS oldu. Sonu S’le biten üç harflilerin üniversite ile bağlantılı olanları geçtiğimiz yıllar içinde ÖSS ve ÖYS’den dört harfe yani ÖSYS’ye terfi ettiler. Daha bunun STS’si, ÜGS’si, YGS’si, ALES’i, KPSS’si var! İnanmayan ÖSYM’nin sayfasına baksın. Yine de adı en ayrık olan doktor adaylarının meşhur sınavı TUS. Bana hep İngilizce’den dilimize çevirisi “bitti, vazgeç” benzeri açıklanabilecek olan güreşteki “tush” meselesini hatırlatıyor. Nedense?

Fazla dağılmadan konuya dönersek… Sonuca bağlı sınırın ve akışa bağlı sorumluluğun dolayısıyla konut yapı kooperatifi gibi SS ekini baştan kabul edersin. Sınavı beklemek bir eziyet, sınavda beklemek başka eziyet, hele o sınavın sonucu toptan eziyet. Yaş 15, 18 ya da 21 olsun fark etmez gençsin ve tezsin. Kısaca beklemekten nefret edersin. Şimdi ne yaparsan yap, sınav sorunsalı ile S’leri dörtledin; tüm kalbimle tebrik ederim.

Sınava kadar ki süre boyunca yeterince hazır olup olmayacağın içini yer durur… Sınava dair rüyalar, çok başarılı olduğun hayaller, her şeyin aksi gittiği teoriler kafanda uçuşur. Sınavdan bir gece önce eş dost tanıdık herkes arar moral verir, sabah beklenir. Hayatında bir daha gitmeyeceğin bir semtteki bir okulda nedense de seninle aynı durumdaki onlarca yaşıtına bolca yabancı hissederek o sınavın başlaması beklenir.

Askeri düzeyde bir disiplinle gerçekleşir tüm tantana. Sınav süresi, yetişecek mi ya da fazla mı erken bitti gibi endişelerle geçer gider… İlerleyen günler bu sefer tanıdık tanımadık alakalı alakasız herkesin “nasıl geçti?” sorularına sabrederek beklenir. Aslında iyi kötü bilir herkes sonucun ne geleceğini ama yine de “resmen” açıklanana kadar hiçbir şey net değildir. Kolay mı bir ömür çizilecektir!

Açıkça bu beklemenin bir sırrı yok… Tecrübe dediğin o yaşlarda eksik ve de dolayısıyla pireyi deve etmek adetten olduğundan o sınavlar hayat memat meselesi gibi gelir ama değildir. Maalesef ki her duyulduğunda sinir olunan “bunlar en güzel zamanlar” cümlesi tamamıyla gerçektir. Yine de bunu anlamak için zamanın geçmesini beklemek gerekir…

Bekleyen

5 Haziran 2010 Cumartesi

Sette beklemek...


Aslında "beklemek" değil sanki pek. Bekliyormuşum gibi gelmiyor. Canlandırdığım "anlar" ve "beklediğim" anlar... Bunları yazarken sette beklediğimi değil yaşadığımı fark ettim. Bir şey beklemiyorum çünkü yapıyorum, yaşıyorum. Orada bulunduğum her anın tadını çıkarmayı seviyorum. Kah koltuğumda sözlerimi geçerken kah oyun arkadaşımla karşılıklı prova yaparken, yönetmenimin yanına oturup sahneleri seyrederken, kostümümü giyerken, makyajım yapılırken, kahvemi yudumlarken, saçlarım taranırken, hoş sohbetli yemeklerimi yerken, oynarken, olurken...

Bütün bunları insan gibi tatmayı seviyorum. Tadında yaşamayı seviyorum. "Beklediğime" değmesini seviyorum. Düşünsenize; bir, kendi kapınızdan önce oynadığınız bir "oyun" var, bir kapının arkasında başlayan bir "oyun", setten içeri girdiğiniz anda yaşanan "oyun" veee elinizdeki kağıtta nasıl yaşayacağınızı anlatan "oyun". Oyun içinde bu kadar "oyun" varken, nasıl beklenir, ne beklenir?

Asıl beklediğim; tüm sektörün kendi haklarını alabilmek adına bir araya gelmesi ve yıllaaarrdır süren bu bekleyişi bitirmesi. Artık beklemesek...

Janset