20 Ekim 2010 Çarşamba

Başlarken

İnternetin Türkiye’deki tarihi aynı zamanda  uzun ve sabırlı bekleyişlerin de tarihi. Türkiye, online dünya ile resmi olarak 12 Nisan 1993’te tanıştı. O dönemlerde bilmiyorduk ki Online yaşamın yaygınlaşması için uzun süre beklemek gerekecekti. Dial-up bağlantının OECD ülkelerinin ardından bize gelmesi için tam 8 yıl bekledik, ardından ADSL’in gelmesi için de 5 yıl…

Tek bir mp3 indirmek için bilgisayar başında ortalama dört saat beklediğimiz dial up günlerini yaşı 25 üzerinde olanlar çok iyi hatırlayacaklardır. İnternet kullanımının hayatımızdaki değeri arttıkça kullanıcıların ihtiyaç duyduğu hız ve bantgenişliği miktarı da artmakta.
2010 Türkiye’sinde standart bir kullanıcının ulaşabileceği en yüksek hız olan 8 Mbps ise hala gerçek dünyanın çok uzağında...

Tüm bu bekleyişlerin nihayetinde, fiber optik kablolar sayesinde ışık hızında veri alışverişini mümkün kılan Fiber İnternet, 2007 yılında OECD ülkelerinden sadece 2 yıl sonra Superonline tarafından Türk kullanıcılarına sunuldu.

Devrim niteliğindeki bu gelişmeden geçmişe doğru baktığımızda, yıllar içinde Türk internet kullanıcıları olarak interneti deneyimlediğimiz bir dönemden geçtiğimiz açıkça görülüyor. Şimdi ise Superonline olarak en hızlı internet deneyimini dünya ile paralel zamanda kullanıcılarımıza sunuyor olmanın haklı gurur ve keyfini yaşıyoruz.

Fiber İnternet, Türk kullanıcılarının yeni bir internet deneyimi ile tanışmasını sağlamasının ötesinde dijital  dünya ile olan entegrasyonumuzun dünya ile paralel bir çizgide ilerlemesini sağlaması açısından da önemli bir gelişme.
Dünyanın mevcut en ileri internet teknolojisi kabul edilen Fiber İnternet’e olan tutkumuz ve geleceği bu alanda görmemiz nedeni ile çok ciddi bir altyapı yatırımı gerçekleştirdik, gerçekleştirmeye de devam ediyoruz. . Bu doğrultuda öncelikli amacımız sunduğumuz yeni teknolojiler ile internet kullanıcılarının online hayattaki deneyimlerini artırmak, yeni servisler ile onları şaşırtmak ve heyecanlandırmak.

İnternet kullanımının temel ilkeleri olan, “şimdi, hemen ve daima”dan hareketle sizlerin internet başındaki bekleyişinize son vermek bizim asıl görevimiz. Bu noktadan hareketle çıktığımız yolda, Türk internet kullanıcıları Superonline Fiber İnternet ile evlerinden 100 mbps ile bağlanabilmekte.

Sizleri bu kesintisiz ve güçlü bağlantı ile tanıştırmak amacıyla hazırlanırken Superonline ekibi uzun soluklu bir çalışma gerçekleşleştiriyor. Superonline olarak ilk kurulduğu günden bu yana, Türkiye’nin telekomünikasyon aracılığıyla dünyanın geri kalanı ile bağlanmasında üstlendiği öncü rolüne sahip çıkmaya kararlıyız. Bu kararımızda sizlerin de bizim yanımızda olduğunuzu bilmekse  en güçlü motivasyonumuz.   

Bu motivasyonla sizleri bir kez daha, bir büyük yenilik olan Fiber İnternet kullanımına davet ediyoruz.
Unutmayın, hayat kısa ve kaybedecek zaman yok! 

Sevgi ve saygılarımla,

Murat Erkan
Superonline Genel Müdürü



Unutma, Kaybedecek Zaman Yok!

Mutlu SON!

Duyduk duymadık demeyin, sesimiz boyumuzu aştı. Vatana millete hayırlı olsun, bir kahramanımız var artık beyler, bayanlar.

Şimdi bendeniz ve bir kısım dost meclisim aylardır yazıp duruyoruz beklemenin hallerini, çilelerini türlü şekil deneyimini... Sizler gerek blog, gerekse sosyal medyada yorumlarınızı gönderiyorsunuz... Çaktırmadan kalabalıklaşıp, kendi halimizde takılıyoruz sanıyorduk şu güne kadar...

Saf değiliz, elbet beklemekten tek sıkılan biz değildik... Ancak meğer bir başka ekip de gizliden gizliye hummalı bir çalışma içindeymiş. Günlük hayatımızın içinde yeterince vakit kaybettiğimize inanıp yola çıkmışlar... Yıllardır hayatımızın içindeki bir markadan, tüm internet kullanıcılarının yakından tanıdığı Superonline’dan bahsediyorum.

Kendileri çok önemli bir bekleyişe son vermeye kararlı çıktılar karşımıza. Şöyle bir bakıştık, pek çabucak anlaştık ve karşılıklı aynı fikirde karar kıldık: Kaybedecek Zaman Yok!

Anlaşılan o ki dünyaya açılan pencerimiz , en önemli iletişim aracımız internetin başındaki bekleyişimize bir son verildi: Superonline Fiber İnternet hayatımıza girdi.

Biz ki sevgiliyi, haberi, doktoru, sınavı, terfiyi, askeri, mesaiyi beklemişler... Tutturduk bir beklemek, yuvarlanıp, gidiyorduk. Tam da bu noktada her birine değil ama çok önemli bir bekleyişe son verildiğini buradan duyurmak pek şık oldu açıkça.

Şimdi ilk kez bir bekleme deneyimine tavsiye vermekten öteye geçip çözüm öneriyor olduk.  Bundan daha güzel son olamazdı kendi adıma. Tam eski Türk filmleri gibi, finalde mutlu bir kucaklaşma! 

Şimdi söz Superonline’ın, sizlere projeyi anlatacaklar. Ben de çekileceğim izninizle artık huzurundan. Takdir edersiniz ki bekleyen bir sürü işim var.

Bekleyen

13 Ekim 2010 Çarşamba

Çok mu naif hareketler bunlar?

Duyduk duymadık denmesin, an itibariyle ‘en en ama en kötü bekleme deneyimi nedir?’e cevap aranıyor. İşe, okula, geleceğe dair tüm beklentiler gözden geçirildi, insana dair olan ipi göğüsledi. Sevgili dostlar ortak kanı şudur ki konunun beklemekten çıkıp, beklentiye döndüğü ana tehlike çanları eşlik ediyor.

Anlaşılmayı beklemek bunlardan biriydi, yazdık gitti. Ama sadece o değil ki... Karşımızdakinden ne kadar çok bekliyoruz aslında, neleri bekliyoruz ya da? Herkesin cevabı kendine ama en çok bir basit teşekkür bekliyor olabilir miyiz?

“Adab-ı muaşeret diye bir şey var” ne komik cümledir. Evet var tabii olmaz olur mu? Yalnız mesele görgü kurallarından geçeli çok oldu... İnsanlar tatsız, mutsuz, huzursuz... O insanlar örüyorlar sosyal çevreyi ve her geçen gün zorlaşıyor o çevrede durmak, var olmak.

Oldukça insani bir beklenti ama yine bulunca sevinmek gerektirenlerden.  Verilen destek, tamir edilen alet, pişirilen yemek, bazen sadece “nasılsın” sorusu ya da kapıdan geçerken tanınan öncelik... Bir kuru teşekkürü haketmez mi? Ancak gün geçtikçe daha az karşılık bulur oldu sanki...

Karşılık alamadıkça bizler de daha geriliyor, yeniden denemez mi oluyoruz? Bizde mi es geçiyoruz bazı anlarda? Hiç tanımadıklarımıza karşı mecburi hamleleri yapıyoruz da yakın çevremizden iyice mi esirgiyoruz? Hem zaten yerinde ve zamanında olmayan teşekkürün de kıymeti yok özrün de aslında... Deneyimlenmesi anlık, yarattığı hissiyattan kurtulunması uzun beklentiler bunlar. Bazen bir küçük tatsızlık tüm günü negatif geçirmeye neden olmuyor mu? Diğer yandan tam tersi senaryo düşünüldüğünde, küçük bir hoşluk ya da bir gülümseme günü aydınlatmaya yetip de artmıyor mu?

Çocukken bilip büyüdükçe unuttuğumuza dair teşekkür. Zamanla öğreniyoruz ya duyguları saklamayı, profesyonel olmayı, ağlamamayı, kahkaha atmamayı... Öylece öğrenirken gidiveriyor minnet, mahçubiyet ve de tevekkül... Her şeye hakkımız var ya hani... Biraz da hayata hak versek ve bekletmesek...

Birgün belki...

Bekleyen

11 Ekim 2010 Pazartesi

Medeniyet dediğimiz...

Bilgisayarlarının başında fazlaca vakit geçirenler, cep telefonlarından ayrılamayanlar, geç saat eve döndüğünde eli kumandaya ya da CD player’a uzananlar... Kahvaltısını kızarmış ekmekle ya da tostla geçiştiren sofra kurmaya vakti olmayanlar... Mikro dalga fırın, ankastre ocak kullananlar... Çalar saati radyolu, traş makinesi şarjlı olanlar... Farkında olmadan elektronik bağımlılığı her geçen gün artan bizler... En daraldığımız anın farkında mısınız? Elektrik kesintisi : )

Enerji boşuna son yılların en çok yatırım yapılan, adından en çok söz ettiren sektörü değil. Dünya nufüsu arttıkça, doğal kaynak kullanımı yetersizleşirken, bizler de eş zamanlı olarak teknoloji ile hayatımıza giren kolaylıklara daha fazla alışıyoruz. En temel ihtiyaçlarımız, aydınlanmak ve ısınmak bile çoğunlukla yine elektrik enerjisi istiyor. Medeniyet enerji ile aynı yolda yürüyor.

Plaza hayatında jeneratör mevcut kabul, ancak evlerde öyle mi? Olası bir bakım çalışması ya da bir aksilik, elektrik kesildi. Yetişmesi gereken ödev, seyredilmesi planlanan maç ya da dizi, dolaptaki yiyecekler hepsi yanacak ampüle bağlı... Bu Edison büyük adammış gerçekten. 80’lerden ev telefonları da telsize döndü döneli, cep telefonunuza sarj yoksa pizza dahi söyleyemezsiniz. Hem unutmayın diyafon da çalışmayacak zaten. Sahi evinize kettle aldığınızdan beri en son ne zaman kahve için ocakta su ısıttınız?

Romantik bir akşamın içinde pek şahane duran mumlar, iş mecburiyete binince ortama pek de hava katmıyor... Bizden önceki kuşaklarla arada bir empati oluşturma şansımız da çok fazla yok, kabul edelim. Hoş memleketimizin kırsalının ciddi bir bölümünün elektrikle tanışması son 30 yıl içinde gerçekleşti... Kulağa gerçekten hikaye geliyor, değil mi?

Ortada kalan işin aciliyet durumuyla gerginliğin de doğru orantıda olduğu bir bekleyiş besbelli bu elektrik meselesi. Sakin bir akşam fener ışığında kitap okuyarak geçebilir de sahi en son ne zaman günler sakin geçiyordu ki? Döndük mü yine telaşlı bizlerin o karmakarışık hayatına... Basite indirgemediğimiz her konu gelip ayağımıza dolanıyor işte... Şimdilerde çok azalan elektrik kesintileri gündemi bir anda nasıl değiştiriyor halbuki. Söz konusu temel ihtiyaçlar olduğunda hayat duruyor... Belki de o temel ihtiyaçları minumumda tutmak gerekli...

Bekleyen

9 Ekim 2010 Cumartesi

Sporcunun kaderi...

Bu yıl hem futbolda hem de basketbolda iki dünya şampiyonası takip ettik hep beraber. Şimdi bir tane de bizim önümüzde bekliyor, Ekim ayında Japonya’da. Türk medyasının bizlere uygun gördüğü ve de çok sevdiğimiz sıfatımızla, Filenin Sultanları olarak 29 Ekim’de Osaka’da ilk maçımıza çıkacağız.

Zorlu bir sürecin içinden geçtik bu dönemde. Mayıs ayında başladığımız hazırlıklar altı aya yayılmış durumda. Kısa süreli hedef turnuvalar her daim daha kolay. Ancak hazırlık zamana yayıldığında bir oyuncu olarak olası hamleleri, taktikleri, rakibin hazırlıklarını tartma fırsatınız çok daha fazla oluyor. Bekleyiş ister istemez sıkıntılı bir hale geliyor.

Bu altı aylık dönem sadece turnuvaya hazırlanarak da geçmiyor doğal olarak. Mayıs ayı geldiğinde benim kişisel gündemimde transfer de vardı örnek vermek gerekirse. Neyse ki sezon bitimiyle birlikte çok hızlı bir şekilde sonuca ulaşıldı ve onu da beklemek durumunda kalmadım. Herhangi bir konsantrasyon kaybı da yaşamadım.

Diğer yandan Dünya Şampiyonası öncesi iki önemli organizasyon daha gerçekleşti. Biri Ankara’daki Avrupa Ligi Finalleri, diğeri ise Eylül ayında İtalya’da gerçekleşen Grand Prix elemeleriydi. Bu kadar önemli organizasyonlar söz konusu olduğunda elbetteki o bekleyişte hedeften de uzaklaşılıyor. Parça parça düşünmeyi öğrenmek gerekiyor.

Dünya Şampiyonası hem milli takımlar için mevcut en önemli ikinci organizasyon hem de en büyük organizasyon olam Olimpiyat Oyunları için avantaj yaratmak adına önemli. Bütün amacımız Olimpiyatlara takım halinde katılan ilk Türk ekibi olmak. Ve bu düşüncelerle beklemek gerçekten hem zor hem de yorucu.

Bir de herkesin bildiği üzere dünyalar güzeli kızım beni evde beklerken. Her bir şampiyona ondan uzak kalmak ve ona kavuşmayı beklemek anlamına geliyor. Sporcu bir anne olarak hep hedefleri beklemek, şampiyonayı beklemek, o ana ulaştığım anda da aileme kavuşmayı beklemek durumundayım. Seçtiğim ve de çok sevdiğim hayatımın en büyük handikapı bu belki de...

Neslihan Darnel
A Milli Kadın Voleybol Takımı Oyuncusu 

5 Ekim 2010 Salı

Hürmüz sen bizim herşeyimizsin

Bir varmış bir yokmuş, koca bekleyen çokmuş! Bunca deneyime bu yüzyıllık meseleyi yazmazsam hatrım kalır der, saygılarımı baştan peşin peşin sunarım. Koca bekliyor olmanın kötü bir tarafı yok tabii de komik tarafı çok malum.

Konsept tuhaf bir kere, tamamen belirsiz, tamamen hayal bir adaydan bahsediyoruz. Milli piyangonun çıkmasını beklemenin bile spesifik bir tarafı var, en azından rakam belli. Beklenen kocanınsa? Hiç birşeyi :)

Şimdi bu durum genelde ev kadınlarına ithaf ediliyor ya süper yanlış kanı ayrıca. Mekteplisi, mektepsizi, çalışanı çalışmayanı pek fark etmiyor. Kadın kısmı o hayalin peşinde ömrünü yiyiyor. Aile kurmak istemek normal ama bu işin asıl normali önce adamı bulup sonra hayali kurmak değil mi? Yok işler böyle yürümüyor. Kadın kafasında bir fotoğraf hayal ediyor, sonra da aday adaylarını çerçeveye sıkıştırmaya çalışıyor gibi. Bir tuhaf hikaye yani...

Şöyle bir ev, böyle bir hayat derken x standartlar, y beklentilerle çakışıyor, oluyor size 3 bilinmeyenli denklem. Garibim z’nin dünyadan haberi yok. Karşılarına çıkan her adam denklem içine çekiliyor, ölçülüyor tartılıyor. Tutarsa eyvallah, tutmazsa sıradaki. Sadece belirsiz değil, deneme yanılması da bol kepçe bir yol yani.

Bu beklemek bir de arayış içeriyor tabii... Öyle eski usul evin balkonunda, camında, çeşme başında beklenmiyor. Sokağa çıkılıyor, hayata karışılıyor. Çok mu art niyetli gidiyor bu yazı? Yani bir kısım canım sıkılmıyor değil çevrede olan bitene... Onca eğitim, onca kariyer, hedef, emek... Yarattığın pozitif değer, daha iyisi mi olsun diye?

Akışına bırakın hanımlar, akışına bırakın. Gönül işi taktik kabul eder mi? Yürüyün bildiğinizce yolunuzda, kendinize dair olsun meseleniz. Gün gelir bir yuva kurulur ya da kurulmaz... Bu uğurda ömür geçer mi? Hem gelince ne olacak sanıyorsunuz? Evde oturup PlayStation’un başından kalkmasını bekleyeceksiniz. Söyleyin, değer mi? 

Bekleyen

21 Eylül 2010 Salı

Yol mu dediniz?

Tatilin adı yeter.  Fikri bile umutlu bir hal yaratıyor insanda. Hem ne çok laf var gitmeye dair ortalıkta? İyi birşey olsa gerek, evet evet iyi birşey. Uyku, dinlenmek, neşe ama en çok özgürlük var o umudun içinde... Bir de yeni insanlar var, keşif var, aynı yere gidilse bile. Var işte bir macera hissi az ya da çok!

Önce bir tarih tespit edersiniz, olası... Sonradan kesinleşir... Sonrasında yer belirlenir. Yalnız ya da kiminle gidilecek ona göre seçenekler elenir... Rezervasyon biraz karışık iştir ama olsun gidilecek ya gerisi önemli değildir. Hele ki alıp başını giden tiplerdenseniz asıl özenilecek sizsiniz...

Rutin hayatınızdan uzaklaşma ihtimali artık gündeme girmiştir, hayırlı uğurlu olsun. O ihtimalin enerjisi yeter!  Hoş son günlerde nedense işler ağırlaşır, zor gelir. Bir bitse de gitsek modu da bu süreçte yaşanır. Ama konu döner dolaşır, hayallere taşınır. Daha önce gitmiş olanlardan tavsiyeler alınır, sevimli hikayeler dinlenir. Beklenti de biraz daha yükselir sanki? Yanlış! Yapmayın tatili başlamadan rezil etmeyin... Fazla birşey beklemeyin, olunca sevinin. En kötü ne olur demeyin, herşey olur!

Bu arada bekleyişe dönelim, vakit geçmektedir. Arada endişe de basar hani ya bir aksilik çıkarsa diye... Nihayet belirlediğiniz tarihe birkaç gün kaldığında bir yıldır dolapta bu günleri bekleyen bavul çıkar ortaya, kapağı açılır. Deniz kokusu gelir geçen yıldan kalan nasıl da iyi gelir ayrıca... Hoş belki size iyi gelen dağ esintisidir, kimbilir?

Ve sonunda beklenen gün gelir, yola erken çıkılır... Araba ile gidiliyorsa genelde evdeki hesap çarşıya uymaz, yok uçak otobüs vs ise gene aksilik çıkabilir.... Olsun gideceğiniz yere ulaştığınız anda başlayacaktır tatil. Ve yol yorgunuyum bahanesi sadece dönüş içindir!

Tatlı bir bekleyiştir tatil, derler ya kötüsü yok. Siz siz olun aksiliklere boyun eğmeyin. Amaç rahatlamaksa gülmeyi bir şekilde becerin. Unutmayın, sezon bitti bitiyor ve bir sonrakine daha çok var...

Bekleyen

13 Eylül 2010 Pazartesi

Negatif de beklenir

Murathan Mungan Omayra’da, “Kork, kutsal kitaplardaki kadar kork. Çünkü hiçtir bütün duygular korkunun verimi yanında” der...  Derdi aşktır ayrı... Yine de korku gerçekten kendi başına tüm duygulardan ayrılabilir... Ne de olsa beraberinde tehlikeyi getirir...

Kaybetmekten korkmak, gelecekten korkmak, aksiliklerden, ters işlerden... Bitmez ki... Tam da bu nedenden korkulu bekleyişleri mevzuya dahil etmenin vakti gelmiştir...

Kötü haber sanki listenin en üst sırasında geliyor. Bazılarımız bu konularda daha hassas ya da daha paronayak özellikler gösteriyor... Ama hepimizin hayatında bir kez bile olsa mutlaka endişeyle beklediği haber ne olur diye düşünce benim aklıma inatla test sonucu geliyor. Sağlık bu, daha önemlisi yok.

Ne zaman doktor kapısına gidilse, -illa bir büyük sorun olmak zorunda da değil- mutlaka tahlil diyorlar ya... O tahlilleri beklerken insanın içine kurt düşüyor hep. Size düşmez mi?

Basit bir soğuk algınlığı, beraberinde gelen kan testi. Hani ciddi bir model dikiliyor karşınıza, 1 saat sonra gel diyor en suratsızından. Kurbanlık koyuna dönüyorsun an itibariyle... Ya kötü birşey varsa? Hayat koşullarından mıdır bilinmez en kötüye gidiyor insan aklı...

Bir de çıkabiliyor işin kötüsü... İlla kanser değil ama enfeksiyon, alerji ya da birşeyler çıkıyor aman. Fikri bile ürkütücü. Hani böyle havalı tipler var ya, “kaderde varsa” ya da “bana birşey olmaz” diyen... Ya-lan!  Herkes endişelenir kendi sağlığı için. Doktor kapısı ve tahlil sonucu beklemek, insanı en içten derinden yiyip bitireni.
Karanlık bir hali var bu test meselesinin... MR desen tabuta benziyor, tomografi başka hikaye. Serumlar, şişeler, hastane işte ya. Ne kadar süsleseler olmuyor. Sen umut ederken birileri yanında sürekli kahroluyor. İyi girsen hasta çıkarsın o hesap!

Şakası yok ki hayatın... 

Biz sağlık diliyelim hepimize, herkese...

Bekleyen

7 Eylül 2010 Salı

9. hafta!

Fikstür açıklanalı bir kaç hafta oldu... Hepimiz ilk iş derbilere baktık yalan yok. Futbolu seviyoruz ama rekabeti daha çok seviyoruz sanki. İlk derbi Fenerbahçe-Beşiktaş arasında 5. haftada, Galatasaray ile Beşiktaş ise 14. haftada karşılaşacak... Ama Beşiktaşlılar kusura bakmasın konumuz Kadıköy’deki 9. hafta. Derdimiz belli, ailecek bekleriz.

26 Ağustos akşamı malum, kırmızı ve lacivert taraflar Avrupa kupalarına veda etti. Herkes oldukça öfkeli ve de üzgün. Şimdi Fenerbahçe-Galatasaray derbisi iki kere önemli. Malum annemizin ligine döndük, iki camiayaya da biraz moral gerekli.

Daha çok var denebilir ama öyle değil. Her sene iki tarafta sezondaki bu iki maça bileniyor. Es kaza bir de Türkiye Kupası çıkarsa ne ala. Ligde Fener üstün, kupada Galatasaray. Ama her daim sürprize gebe maçlar. Sporun unsuru antrenör, oyuncu, yönetim ve medyanın bekleyişi farklı birbirinden, taraftarın ki ise bambaşka.
Günlük hayatımızın bir parçası o takımlar, üzerlerine geçen sohbetler ya da birbirini kızdırmalar. Şimdi ortada Avrupa da olmadığından tam kaldık başbaşa. İki tarafın da istediği az değil. Sadece kazanmak yetmez, temiz galibiyet olmalı. O da yetmez karşı cephede dengeleri yerinden oynatmalı. Sezona yapılan kötü başlangıçlar düşünüldüğünde çok da haksız bir bekleyiş değil aslında.

Futbolu sevenler olarak hep biraz hayalperestiz zaten. O yüzden hayal kurmak serbest. Sorsak ne fanteziler çıkar herkesten. Dolayısıyla hayal kırıklığı yüzdesi de yüksektir o bekleyişin. 1000 tane adam 100 bin kere yazdı futbolun doğasını, kurgusunu, dinamiklerini... Söyleyecek yeni bir şey yok da her sene aynı bekleyiş var işte!

Kadrolar, sakatlar, cezalılar, hakemin açıklanması vs vs... Hepsi konudur, hepsi beklenir, sonra mevzuya inanç meselesi dahil olur. Teknik direktörlerin demeçleri, futbolcuların ruh halleri, gözünün üstünde kaşın var gerginlikleri... Heşey biter o düdük çaldığında ve nihai bekleyiş başlar; 90 dakikayı bitiren için. Kimi rahattır kimi huzursuz. Beklenir durulur. Bir an unutmak için, bir anlık tarifsiz sevinç için, ertesi sabah ofise, kahveye ya da mahalleye başlar dik ve o tuhaf sırıtışla girmek için... Bir gol neleri değiştirir?

Bekleyen

31 Ağustos 2010 Salı

En büyük asker, bizim asker

 Giden, gönderen, yollayan, karşılayan... Askerlik dediğin hayatın ortasında koca bir bekleyiş başlı başına... Her Türk gencinin ve etrafındaki herkesin hayatında bir duraklama, değişiklik hatta bazen yeniden yol çiziş...

İster istemez siyasi bir tarafı ve bakış açısı da var meselenin... Farklı tutumlar elbetteki söz konusu... Askerliğin yapıldığı coğrafya ve şartları büyük etken... Arkada bekleyen birilerin olup olmaması ise daha büyük... Ama değişmez bir gerçeği var yine herkes için: Şafak! Ne ilginç bir kavram aslında... Daha giderken askerlik karanlık kabul ediliyor. Bitişi aydınlığa eş sayılıyor. Hatta halen kız verilmeme sebebi de sayılıyor ya... "Aydınlanıp gel çocuğum" der gibi. Tam Türk işi : )

Kimileri çok hevesli, kimileri tam tersi... Birileri kısa dönem, birileri uzun peşinde... Kimisi de inatla bedelli beklemekte... Her evin, her ailenin içinde bir yerlerde biraz telaşlı biraz da endişeli bir bekleyiş askerlik... Öyle ya da böyle... Ne kadar uğraşsam da bu konuda çok neşeli bir yazı yazmak mümkün değil sanki. Ama bunca beklemek yazmışken tezkere beklemeyi nasıl es geçerim ki?

Gidenin işi zor... Yıllarca gideceği tarihi bekliyor ya da öteliyor. Dönemi belli olunca ister istemez geri sayıyor. Öyle ya da böyle özgürlük kısıtlaması var, riski var... Hayata verilen koca bir “es” var... Gidince de özlem giriyor işin içine... Geride bırakılan şehre, aileye, alışkanlıklara, sevgiliye... Bir de tarihi belli bekleniyor hani; sürekli bir geri sayım halinde...

Askeri bekleyenleri de unutmamak gerek... Hayatınızdan birileri çekilip gidiyor bir süreliğine... Herşey aynı ama herşey eksik bir garip bekleyiş başlıyor... Gözler kulaklar hep heber bültenlerinde...

Askeri bekleyene de tezekereyi bekleyen askere de en doğrusu sabır dilemek... Her bekleyişte olduğu gibi çok ertelememek de en doğru çözüm galiba... Yaşlar ilerledikçe zorlaşıyor mu sanki? Bir an önce gidip, yapıp, dönmek en iyisi... Ve kimse kolay olacağını söylemedi...

Bekleyen

20 Ağustos 2010 Cuma

Bitse de gitsek!

Sabah kapıdan girildi, kahvaltı, gazete, dün akşamdan kalan birkaç mail hatta üç-beş sohbet… İlk saatler hızlı geçti… Öğle yemeği yaklaştı, nereye gidileceğine ya da ne sipariş edileceğine karar verildi… İyi-kötü, o da geçti… Saatler 2 ya da 3 oldu… Ve beklenen hissiyat, çalışan psikolojisi devreye gitti: Ne ara biter bu mesai?

Dışarıda toplantı varsa iyi, gün yendi sayılır. Ancak tam gün aynı yerde ikameti gerektiren bir çalışma modeli varsa ortada gün bitmek bilmeyecektir… Örneğin finans sektörü, örneğin reklam yaratıcılığı, örneğin sağlık personeli… Ve pek tabii ki tekstilden makineye üretimin her alanı… 

Bak bak aynı duvarlar, dön dolaş aynı insanlar… Yakası maviymiş, beyazmış ne fark eder? Çalışılan yerde geçiyor ömür ve nedense yaklaştıkça uzaklaşıyor çıkış saati… Patronun ya da üst yönetimin durumu farklı sanılmasın, iş bu herkese sıkıcı. Herkesler telaşlı, herkesler endişeli ve herkes de bir alternatif hayali…

Hafta sonuna yaklaştıkça çekilmez durumda… Hele günlerden cumaysa, geçer mi? Bir de fazla mesai durumu var ki evlere şenlik… Kalmadı kuralı, kaidesi… Ömür itiyor, iş bitmiyor beyler bayanlar… O yüzden tipik olarak herkes kendine ufak kaçak alanlar yaratıyor. Facebook, Twitter, sanal oyunlar… Sahi artık “surf yapıyorum” denmiyor değil mi?

Herkesin yöntemi kendine ancak çalışan kesimin çıkış saati, günün ve hayatın en bitmek bilmez bekleyişi… Buradan bir de küçük tüyo verelim: Sevdiğin işi yapmak ve çalıştığın ortamı sevmek hayatı ciddi şekilde kolaylaştırır… Son tahlilde ben de uzmanların yalancısıyım pek tabii ki!

Bekleyen

12 Ağustos 2010 Perşembe

An-la-sa-na!

Anlattığın kadar değil, karşındakinin anladığı kadarmışsın ya bu hayatta… O zaman o hayatın en insani ve de bir o kadar biçare bekleyişi ile devam edelim yazmaya…

Okulda evde, sosyal çevrelerde, özel hayatta, sokakta ve de yatakta ve hatta maçta, doktorda, karakolda akla gelen her yerde her alanda… Bir çift sözümüz var ya… Hani bir hikayemiz var anlattığımız… Kendimizce koyduğumuz noktalar, aldığımız tavırlar… Bazen telaşlı bazen de fazla sakin beklediğimiz… Asıl soru şu şimdi: Karşınızdaki ne kadarını kabul etti, özümsedi ya da hazmetti? Belki de toptan reddetti!

Misal birini terk ederken ya da “gitme” derken… Ya da özlemişken veya çok ama çok kızmışken… Evden ayrılmaya karar verdiğimizde ya da dönmeye… İşi bırakmak istediğinizde veya yeni bir projenin peşine düştüğümüzde… Belki de bir macera var önümüzde… Tüm o çevremizdekiler, soran gözler… Anlatmadan anlasalar ya keşke…

Hitabeti kuvvetli tipler vardır ya etrafta sanmayın çok iyi anlatıyorlar dertlerini… Herkesin içinde bir yerde bir sohbette ne kadar anlaşıldığına dair bir şüphe yatar… Ya da bana mı öyle geliyor? Sanki öyle, evet evet öyle gibi… Yakın ya da uzak geçmişte bir hatıranın ucunda sallanır, içini kemirir o an… Kemirmez mi?

Anlaşılmayı beklemek biraz da özür diler gibi bir hal nedense… Sanki karşınızdakinin planlanan eylem ya da ortaya konan fikri beğenmeyeceğini veyahut onaylamayacağını düşündüğünüz anlara dair… Aynı fikirde olmayı beklemek gibi ama değil işte…

Anlamak, aynı yerde olmak; anlaşılmak onaylanmak değil aslında… Hani hoşgörü dedikleri geçer biraz yanından kolaylaştırır işleri… Tersi durumlarda isyan hızlıca kaplar bünyeyi…

Konuşa konuşa anlaşıyormuş ya insan… Dikkatli konuşsun aman, kırmadan, kızmadan,  küstürmeden… Belki böylece azalır beklenti… Kim bilir?

Bekleyen

3 Ağustos 2010 Salı

Kimler geldi, kimler geçti…

Yuricim sağ olsun müzisyenin gözünden sahnenin nasıl beklendiğini tatlı tatlı anlattı… Ama asıl bekleyiş onda değil bizlerde hiç kusura bakmasın. Yıllarca dinlenilen, benimsenen, hayata eşlik eden bir müzik grubu ya da solistin Türkiye’ye gelişi nasıl beklenir bilir mi? Onlar ki pek çok unutulmaz anın vazgeçilmezi ya da kendi başlarına yaratıcıları…

Hatırlar mısınız, Michael Jackson’ın İstanbul’da vereceği ilk konser hasta olduğu için ertelenmişti de ertesi yılı beklemek zorunda kalmıştık… Işıklar içinde yatsın, özel adamdı. Sırf stat konseri görmek için, müziğini sevmemesine rağmen kaç kişi Bryan Adams’a gitti? 1993 olmalı o efsane yıl… Guns N’ Roses, Sting, Bon Jovi, Madonna, Metallica, Elton Jhon, Scorpions… İlk geliş, ilk beklenişleri… Cidden ya ne günlerdi?

Şimdilerde memleketçe dünya turlarının içinde yer alıyor, farklı organizasyon şirketlerini tanıyor, biliyor, takip ediyoruz… Ama o zaman Ahmet San’dan başkası yalandı. Gençlik miydi, daha mı duygusaldık? Pek bi hevesli, heyecanlı bekleyişlerdi… Hoş daha yeni Massive Attack aynı heyecanı yarattı bünyede… Belki de mesele ne zaman değil, kimin geldiği…

Tüm müzikseverlerin bi önemsediği, beklediği, geri saydığı mutlaka vardır… Önce turne bilgisi… Peşinden gelen tarih netleştirme bekleyişi… Talebe göre bilet karmaşası… Kimlerle gidileceği, nerede izleneceği… Davetiye kovalamaca… Genelde peşinden gelen hayal kırıklığı… Konser gününün yaklaşması… Öncesi için son planlar ve konser alanı… Neden çıkmak bilmez bu gruplar? Ve sahne… Ortalama iki saatlik dünyadan kopuk bir süreç ve bis’le gelen final…

Değer değer, genelde beklendiğine değer o konserler… Şimdilerde aynı sebeplerle kendi adıma inatla Amy Winehouse bekliyorum. Biri şu kadını kolundan tutup getirebilir mi? Hani yaşam koşulları ortada… 

Bekleyen

27 Temmuz 2010 Salı

Sahne beklemek...

“Bu konser çok güzel olacak, çok etkileyici olacağım ben, benim kıyafetim parlak olacak, ceketim gri, gömleğim siyah, kravatım ise... O da siyah olsun... Yok gri... Hayıır kırmızı kan gibi!.. Yok be saçmalama! Gri ceketle siyah gömlekle kırmızı kravat? Neyse sonra bakarız. Peki pantolon? Hmm ceket gri ama parlak, gömlek siyah ama mat... Eeeh pantolon da siyah olsun, güzel olacak… Ayakkabı hımmm hımmm hımmmmmmm.... Eee ne düşünüyorsun ki siyah tabii ki, olur biter, erkeksin yav. Evet, doğru erkeğim, ama...  Yok, kesinlikle havalı olacağım, kesinlikleee!

Peki, sahneye çıkıyorum, eveet, kocaman alkış kopuyor, tanıyorlar beni, oleeey, ben de hemen ''Hoş geldiniz dostlarım'' ve çok güzel espri patlatıyorum, hımmm mesela, meselaaaa, şey... Yaniii, Lazlarla ilgili bir fıkra, ay çok güzel olur! Çok komik!!!... ??? ya salonda Lazlar olursa? Hımm, alınırlar... Silahları da çok severler onlar... Yok Laz fıkrası olmasın, o zaman bir Türk, bir Fransız ve bir Amerikalı... Olur bence, onlar salonda olsa da, sadece Türk anlar fıkrayı, yırtarız. Okey, ilk çıkışımı hallettik. Sonra da çalacağım, ne çalayım? Piyanodan başlayım çok neşeli bir şey olsun, mesela dokuz sekizlik bir şey!!! .... Yav konserin ta başında dokuz sekizliğin ne işi var be.

Olmaz tabii, öyle romantik bir şey çalacağım ki millet mest olup uçsun ilk akorlardan, mesela Beethoven'den Moonlight Serenade... Dur bir kere Moonlight Serenade Beethoven değil, Glenn Miller o... Ayrıca da klasik piyanist değilim, öyle tırışkadan piyanistim... Evet, abarttım biraz. Olsun yine de gitar çalıp hep beraber Sarı Gelin söyleriz, ne güzel olur. İzleyicilerden en güzel kızı seçip sahneye davet ederim, onunla beraber söyleriz, oh beee... Hımm peki ya onun sesi, kulağı olmazsa? İğrenç olur, yok en iyisi o güzel kızla bakışırız sadece, o yerinden kalkmasın, sonra zaten imzamı almaya gelir o, orada konuşuruz.

Ok, halkla ilişkilerimi de hallettim. Konser gittikçe ısınıyor, artık fıkralar şarkılar türküler havada uçuşuyor, bir de üstüne saksafonumu çalarım, millet iyice kafayı yesin, öyle jazzy ve seksii, o kıza baka baka... Kesin kulise imza almaya gelir, kesiinnn.

Sonra sahneye konuk sanatçı arkadaşımı çağıracağım, bir iki şarkıyı söylesin kız, ben de ona eşliği piyano ile belki gitarla, belki flütle yapayım bakalım. Yavaş yavaş finale yaklaşıyoruz, finalin güzel olması çok önemlidir, insanlar konserden çıkarken, eve giderken hep: ''ya nasıl güzeldi o son parça'' demeli. Evet! Finalde hep beraber 'Memleketim' söylesek... Yok ya memleketlerimiz farklı ya, ben bir Ukraynalıyım bir kere... O zaman Kalinka'yı patlatırım: ''Ve hadiii hep berabeeer!''  Kalinka'yla konserimi bitireceğim, kocaman alkış kopsun, ben de sahnenin önünde durup selam, öpücükler, el hareketiyle ''yoook esas sizsiniz, ben ne yaptım ki!'' göstereceğim, çok da hoş olur, öyle duracağım gözü kapalı, kollar açık, alkış hiç durmuyor, sol omzuma birisi dokunmuş, çekiyor, sesleniyor bana, alkıştan sesini duyamıyorum, Ne? Neee? ''Uyan'' da ne demek?

Ufff her konserden önce aynı rüyayı görmek zorunda mıyım? Sahne bekleme stresinden mi acaba?

Yuriy Ryadchenko

23 Temmuz 2010 Cuma

Gelmez gülüm, gelmez yavrum...

Beklenirken gelen yok, o kısmı çözmüştük. Söz verip de gelmeyen var ama… “Şimdi geliyorum, bugün geliyorum, yarın sabahtan kesin geliyorum”… Tanıdık geldi mi? Eski sevgililerden bahsetmiyoruz, hayır. Hayatımızda daha kritik önemi olan bir insan topluluğunda sıra: Ey tamirci ahalisi, hepinize kocaman bir merhaba!

Hayatınızda hiç tesisatçı, boyacı veya marangoz beklemediyseniz, bugüne kadar hiçbir şey beklememişsiniz demektir. Lavabo altındaki boru mu patladı? Evdeki sigortaları yenilemeye mi karar verdiniz? Yatak odasına yeni bir dolap mı lazım? Yoksa taşınıyor musunuz? Cehenneme hoş geldiniz!

Zanaat dediğiniz an akan sular durur… Evde ya da yakın aile çevresinde elinden iş gelen adam modelinden varsa onun keyfini beklersiniz. El ustalığı gerektiren işlerde destek olacak kimse yoksa beklemeye başlayabilirsiniz. Usta kısmında kötüye çatarsanız, hayatınızı alt-üst olur. İyisi ise maalesef karaborsadadır işte… İşini yi yapan ustaya ulaşmak meseledir. Buldunuz da mı getirmek daha büyük mesele…

Sayıları gün geçtikçe azalan zanaatkarlar, işi planlayan, yapan, tahsil eden, organize eden kısaca her şeydir. Ve muhtemelen her şeyi anında ve kusursuz isteyen bizim gibi bünyeleri de pek sevmemektedir. Call center’lı, randevulu gelen elektronik cihaz servislerine benzemez onlar. Çoğunlukla keyif adamlarıdır. “Hele bir çay koy da içelim yeğen” ile başlanır bir kere işe… Sizin beklerken çektiğiniz eziyet, onların pek gündeminde değildir. Ararsınız açmaz, gelirim der gelmez. Gelir, bir şey lazım olur, gider, dönmez.

İki günlük iş yediye, bir aylık tamirat ise üç-beş aya uzayabilir… Siz öyle bütün ev ayakta beklersiniz… Eliniz mahkumdur bir kere…  İşin içinde kötü bir niyet de yoktur çoğu zaman, bu adamların huyu böyle. Vicdanlıdırlar aslında, ortada patlak-çatlak, akan-kokan bir şey varsa önceliği alabilirsiniz. Ama yok keyfi bir tamirat peşindeyseniz aciliyet listesinde sürekli geri düşersiniz. Dolayısıyla da çok daha uzun beklersiniz…

“Parasıyla değil mi?” diye hatasına sakın düşmeyin, usta kısmının o da çok umurunda olmayabilir… Dedik ya karaborsada iyiler, sakin olun, derin bir nefes alın ve adama boşuna cıyaklamayın. Çekip giderse şayet, tecrübeye sabit gelen gideni aratacaktır. Yazın bi yere…

Bekleyen

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Rampaların ustası, trafiğin hastasıyız!

Bütün sosyolojik tanımları bi yana yakın mesafeden bakınca kentin göç almış ve de insanlarda “sığmıyoruzzz” hissiyatı bırakan haline metropol diyorlar. En meşhurlarının başında malum New York geliyor. Frank Sinatra’nın çok bilinen şarkısında geçtiği gibi orada ayakta durabilen her yerde durur diye düşünülüyor… Hong Kong, Londra ve benzerleri… Yine şarkıya atıfla hepsinde uyumayan ve uyutmayan bir hal var, aynı İstanbul’da olduğu gibi…

Tüm romantizmi bir yana bu çekici kentlerin en olumsuz tarafını çok uzaklara gitmeden memleketten örnekleyelim: Alsancak’ta bir akşamüstü otururken “hadi Karşıyaka’ya gidelim” derseniz, alacağınız cevap “çok uzak” olur… En ala trafik saatinde 15 ile 30 dakika arasında harcanacak o zaman, bir İzmirli için haklı olarak çoktur. İstanbul’da ise o süre “yakın” lokasyonu işaret eder.

Acaba hesaplayan var mı, ortalama bir İstanbullu ömrünün ne kadarını trafikte harcıyor? Fena moral bozucu bir cevap çıkma ihtimali yüksek… Seçim dönemlerinde kenti üçe bölüyorlar, kalabalığı varın oradan hesap edin. Kaç milyon olduğu şaibeli bu kalabalık her gün okul, iş ya da gezme amaçlı sokağa dökülüyor… Gidilecek istikamet metro ya da deniz ulaşımı barındırmıyorsa vay halinize… Çünkü macera şimdi başlıyor.

Aynı zamanda uluslararası ticaret yollarını içinde barından bu kentte bir tırın devrilmesi an meselesidir. TEM’in X gişesi yakınlarında gerçekleşebilecek bu senaryo gün boyu trafiğin açılmaması haine gelir… Yağışlı havalarda viyadükler, güzel havalarda sahil kesimleri en sakin insanı bile çileden çıkarabilir…

Köprü gişeleri kendi başına yazı konusu, onları özel olarak anmak gerekir. Vatan Caddesi, Şişli ya da Bağdat Caddesi gibi güzergahlar sadece sabah 4’te sakin kalabilir… “Şimdiye Bursa’ya varmıştım”, “yürüsek daha iyiydi”, “bu sürede Anadolu’da üç kent geçerdik” gibi beylik cümleler hiç bitmez, hep tekrarlanır. Çift havaalanı olmasına rağmen, havaalanına ulaşmakta geçirilen zaman yüzünden genelde 500 KM’ye kadar uzaklıktaki yerlere arabayla gidilir ki genelde eş zamana denk gelir.

İşte tam da bu nedenlerle beyler bayanlar, beklemekten bıkkın İstanbul şoförleri tüm ara yolları dener, sormaya tenezzül etmez ve de gaza yüklenir… Bir taksici vakti zamanında durumu şöyle özetlemişti: “Abbasağa’da yavaş gidersen Nişantaşı’nda trafiği tıkarsın!” Arada hiç yoksa 3-5 kilometrelik bir mesafe olduğunu düşünürsek başka söze de hacet yok sanki.

Siz yine de dikkatli kullanın! İçinizdeki trafik canavarına da dur diyin. Gideceğiniz mesafelerde trafiği hesaba katın ve gerekiyorsa vazgeçin. Bazen en doğrusu inat etmemektir…

Bekleyen

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Dünya Kupası uğruna

Beklemek kimi zaman sıkıcıdır... Kimi zaman da eğlenceli… Ama beklemenin en derin duygusu “belirsizliktir...” Bilemezsiniz ne olacağını… Onun için bekler insan… Heyecanla ne olacağını görmek için bekler… Doğumu beklemek başkadır, ertesi gün gazetede çıkacak haberi beklemek başka... Bütün insani duyguların dışında gerçek bir futbolseverseniz “derbi” beklemek, kader çizecek 90 dakikayı beklemek farklıdır… Hayat zaten belirsizliklerle doludur... Bir dakika sonra ne olacağını kestiremezsiniz… Hele işin içine ‘top’ giriyorsa hiç bilemezsiniz ne olacağını…

Şimdi Dünya Kupası var… Hepimiz her gün yeni bir heyecanla kalkıyoruz yataktan… “Acaba bugün kim kazanır?” ana sorumuz… Sürpriz olur mu? Favori yoluna devam eder mi? Gazetede sayfa hazırlayacak olanın derdi başkadır, bahis oynayanın ayrı, taraftar olanın ayrı... 2002 Dünya Kupası’nda kalbimiz başka çarpıyordu... Türkiye Kore’de, Japonya’da sahadaydı… Onun için farklıydı kupa.. Bugün ise farklı... Mesut mu, Maradona mı, gönüllerin şampiyonu Brezilya mı, yoksa futboluyla büyüleyen İspanya mı? Yine uzağında kalarak bekliyoruz maçları… Yani heyecan var ama kalben değil heyecan… Pır pır atmıyor yüreğimiz bekleme sürecinde. Hep kişisel beklentiler var... Ya iş için bekliyoruz, ya bahis oynamışızdır sonuç için bekliyoruz, ya da iddiaya girmişizdir arkadaşımızı kızdırmak için bekliyoruzdur… Yoksa kimsenin kronik Alman ya da İspanyol olduğunu sanmıyorum…

Biz gazeteciler “iş” için bekliyoruz Dünya Kupası’nı... Maçı ertesi gün sayfaya nasıl yansıtacağımızı planlarız… “Kim kazanırsa ne olur?” tartıştığımız birincil konudur.. Maradono mevzu bahisse basın toplantıları maçtan daha önemlidir… “Acaba ne diyecek yine?” merakı kaplar içimizi… Diego zaten hepimizin çocukluk ya da gençlik ilahı... O söz konusu olunca maç başka bahara kalıyor… Biz Türkler de aslen maçı değil, dedikodusunu sevmiyor muyuz zaten… Daha ne isteriz ki Maradona’dan başka...

Gazeteyi ikiye ayırmak lazım.. Biz sporcular, işin editoryal kısmına bakarız... Baskıcılar da sayfaların yetişip yetişmeyeceğine… Uzatmaya kalan maçları, penaltı atışlarını baskıcılar hiç sevmez… Atılan her penaltı kaçan bir hat demektir, ya da ekstra kalkacak kamyon… Onlar için kim kazanırsa kazansın 90 dakikada kazansındır ana parola...

Biz ise işin estetik kısmına kaygılanırız… Maç sonunda bir kupa töreni varsa ve bu Dünya Kupası finaliyse en iyi fotoğrafı bekleriz ajanslardan gelen… Tam sayfaya fotoğrafı koyacakken bilgisayarın başındaki bağırır “Ya bu fotoğrafı gördünüz mü?” diye… Koşar bakarsın hemen daha iyi var mı diye.. .Arada da telefon çalar, matbaadan ararlar.. Volüm her telefonda artar: “Sayfalar nerdeee?”…

Siz ise evinizde televizyonu kapatıp muhtemelen uykuya dalarsınız kupa töreninden sonra… Sizin beklentileriniz tatmin olmuştur muhtemelen ama bizim beklentilerimiz yeni başlıyordur aslında…

Gökmen Özdemir
Gazeteci, Spor Yazarı

2 Temmuz 2010 Cuma

“Hazır olamayan” kadın sorunsalı

Eric Clapton’un çok bilinen şarkısı Wonderful Tonight’ın hikayesi söz konumuzdur bu sefer… Şöyle ki “bu gece harika hissediyorum çünkü gözlerinde aşkın ışığını görüyorum” benzeri cümleler barındıran bu şarkıyı Clapton’un aslında üst katta hazırlanması bir türlü sona ermeyen sevgilisini beklerken sıkıntıdan yazdığı rivayet edilir…

Bu bekleyişin süresi kestirilebilir değil… Hani devlet kapısında bile ikinci seferde olmayan üçte toparlar da… Bir kadının evden çıkışı hele ki söz konusu bir randevu ise… İşte tahmin edilemez diye o zamanlamaya denir.

Kadın kısmı kendini iyi hissetmek ister. Bunun için en iyi bildiği yol da iyi görünmektir. Erkeğin asla anlamayacağı bin tane detay barındırır bu iyi görünmek… Malum takıntı çok… Kimine göre kaşı az, kimine göre saçı çok. Birine sorsan bacağı kalın ötekinin beli… Göğüs konusuna hiç girmeyelim zaten, şahsen halinden memnununa henüz rastlamadım.

Hal böyleyken bekleyen adamın önem -bir başka ifadeyle kadında yarattığı beklenti- yüzdesiyle hazırlanma süresinin uzunluğu doğru orantılı. Kıyafet seçimi çok kritiktir, ayakkabı-çanta kombinasyonu hayatidir. Takı, makyaj, parfüm her biri ayrı karar meselesidir. Abartılı, havalı, mürebbiye, fazla kadınsı, yok çok cici…

İşte tüm bu hayati meseleler sırasında erkeğin durumu koltuk, hol, kapı ağzı, bahçe, sokak, araba gibi mekansal farklılıklar harici aynıdır: Bekler. Hatta koltukta başlayan bekleme sırasıyla hol, kapı ağzı, bahçe, sokak ve arabada beklemeye de dönüşebilir…

Er kişi bir kot ve gömlekle konuyu çözmüş, belki bir süre durumu sorgulamış, en sonunda da neyi beklediğini bilmeyi bile reddetme faslına çoktaaaan geçmiştir. Aklı başında bir erkek seçim yapmakta zorlanan kadını aceleye zorlamaz. İşler daha da uzar. Aklı başında erkek hatta o bekleyişte ortada hiç olmaz. Çünkü yakınlarda olmak sorulara da muhatap olmayı gerektirir. Nasıl görünüldüğüyle ilgili sorulara alelade cevaplar kadını kızdıracak, gerçek cevaplar daha da kızdıracaktır.

En iyisi bir uğraş bulmaktır. Boş boş bekleyip delirmektense, kendini oyalayıp beklediğini unutmak gayet geçerli çözümdür. Hem aynı kadının, çok da uzak olmayan bir gelecekte erkeğin televizyonun başından kalkmasını bekleyeceği gerçeğini de unutmadan!

24 Haziran 2010 Perşembe

Rötar!

Bir of çektik, karşıdaki dağlar inledi mi? Seyahat denen güzelliğin en büyük eziyeti rötar hayatımızdan çeksin gitsin. Hem zaten sözcük dilimize Fransızca’dan girme, eksikliğini hayatta hissetmeyiz, böyle bilinsin.

Vazgeçtim detayından, adını koydum ruhum daraldı. Beklemek dediklerinin en sıkçası havaalanı, terminal ve gar kısmı… Yalnız Haydarpaşa’nın bu konuda bir ayrıcalığı var… Yapının görkeminden mi yoksa eski Türk filmlerinin meşhur ayrılık sahnelerinden mi bilinmez o gar insanda MFÖ şarkısı gibi anneye seslenme hissiyatı yaratıyor. Bir tuhaf yalnızlık melankolisi, biraz hüzün… Orada beklemek bir çeşit deneyim… O yüzden şikayet kısmından muaf. Benzer sebeplerden olsa gerek Candan Erçetin de son klibini orada çekmiş. Neyse…

Yolculuk insanda hoş bir kıpırtı yaratıyor. Bazen bir miktar endişeyi beraberinde getirse de gitmek pek güzel, pek keyifli eylem… Gitmek için evden çıkıp, gidememek değil ama! İş gereği yolculuklar genelde sıkışık zamanlarda, tatile ise bir an evvel varası geliyor insanın… Her şey hazır, vardınız limana ya da terminale… Saat yaklaşıyor, sonra bir anons geliyor… Hatta bazen bir tane, bir tane daha…

Başlanmış iş bitmiş iş derler ama çıkılmış yol gidilemeyince yol olmaktan çıkıyor… Bulunulan alanda yapılacak işler kısıtlı… Hele yalnızsanız yine bir bekleyenlerle iletişim kongresi havası… Herkesin acilen gitmek için bir sebebi var ancak çaresi yok… Kaza ya da hava koşulları gibi mantıklı bir sebep yoksa yani insan neden beklediğini bilmiyorsa ortam daha da kabus. Her yerde klasik haklı müşteri tavrı hakim, “bir açıklama yapın” lafları…

Hele bayram, yılbaşı ve benzeri zamanlar… İyi havalara denk gelen, haftasonuna eklenmeye müsait resmi tatiller… O ne yığılmak, ne çok beklemektir… En kötüsü de gittiğin yerden dönememektir… Ne de olsa eve dönüş en sabırsız gidiştir bir tarafıyla… Daha birkaç ay önce adını telaffuz etmeye yeltenmeye bile kalkmadığımız yanardağın külleri tüm Avrupa’yı perişan etmedi mi?.. Doğaya direnmekte değil, eşlik etmekte fayda vardır belki…

Bekleyen

18 Haziran 2010 Cuma

Dersimiz: Hayat Bilgisi / Konu: Beklemek

Geçen hafta Paris’teydim. İnsanda aşka benzer bi duygu yaratan bu şehirden henüz ayrılmadan bi sonraki gidişi beklediğimi hissettiğim an, çoğu insan gibi ‘bekleme”nin olumlu ya da olumsuz çağrışımlarından azade bi hayatım olmadığını fark ettim.

Ne acaip bi duygu…

Eski Türk filmlerindeki duygusal durumlar misali: Sevgilinin yanındayken bile özleme hali… Vuslata ermek için beklemek fiili eski film ve romanlar nostaljisinde kaldı biliyorum.

O günlerdeki gibi olmasını beklemiyoruz tabii. Hız çağında kimse kimseyi hiç bir konuda beklemek istemiyor.

Bekleme ve bekletme eylemi arızaya bağlanıyor.

Yine de ‘aşk’ın bazı bünyeler için ‘sabır’ a ilişkin bi göndermesi var eski zaman muhabbetlerine. Bu durumda bekletmenin sadizmi ile beklemenin mazoşismi ‘tutku’ köşesinde seni bekliyor. İllaki o yaman çelişki: Cansiperane başlasın diye bekliyor bi taraf, sonra da bitsin diye belki…

Bitsin diye bekleyen başlasın diye bekleyen ise sorun yok. “Bitecek mi?” diye bekleyene kesiyor cezayı zaman…

Aklının bi köşesindeki o minik kurt yuvalandığı yerden vır vır konuşuyor kendi kendine: Ya biterse…

Bi şeye başlarken ona başlamayı bekliyorsun önce, sonra da bitirmeyi. Böyle yaratılmışsın zira.
Aşk da buna dahil söylemesi acı.

Beklemenin ikiz kardeşi sabretmek fiiline ise hiç girmemeli. O meşhuur “Sabreden derviş”in muradına erdiğini gören bilen var mı? Dervişi bilmem ama ”bekleyenblog” muradına erdi. Bak bi parça beklettim ama beklemek üzerine yazdığım yazı bitti!

Son söz: Beklerken acı çekmiyorsan beklemek aslında hiç de fena bi şey değil. Godot’yu beklemiyorsan tabii!

Ayşegül Aldinç

14 Haziran 2010 Pazartesi

Sınırlı Sorumlu Sınav Sorunsalı (S.S.S.S.)

Tam zamanıdır, gençliğin derdini dile dökmenin! Malum tüm öğrenciler bir derin bekleyişte bu aralar… Şimdi insan, doğar, yaşar ve ölür ya… O yaşamanın ne olacağını belirleyen en önemli etkenlerden biri olan yapılacak iş kısmı büyük yüzde de eğitimden geçer ya… İşte o eğitimin içi dışı her bir tarafı sınavdır ya… Bizim memlekette o sınavların arasında sonu S ile biten üç harfliler bir özel ilgi ister.

Lise düzeyinde en büyük meselemiz SBS oldu. Sonu S’le biten üç harflilerin üniversite ile bağlantılı olanları geçtiğimiz yıllar içinde ÖSS ve ÖYS’den dört harfe yani ÖSYS’ye terfi ettiler. Daha bunun STS’si, ÜGS’si, YGS’si, ALES’i, KPSS’si var! İnanmayan ÖSYM’nin sayfasına baksın. Yine de adı en ayrık olan doktor adaylarının meşhur sınavı TUS. Bana hep İngilizce’den dilimize çevirisi “bitti, vazgeç” benzeri açıklanabilecek olan güreşteki “tush” meselesini hatırlatıyor. Nedense?

Fazla dağılmadan konuya dönersek… Sonuca bağlı sınırın ve akışa bağlı sorumluluğun dolayısıyla konut yapı kooperatifi gibi SS ekini baştan kabul edersin. Sınavı beklemek bir eziyet, sınavda beklemek başka eziyet, hele o sınavın sonucu toptan eziyet. Yaş 15, 18 ya da 21 olsun fark etmez gençsin ve tezsin. Kısaca beklemekten nefret edersin. Şimdi ne yaparsan yap, sınav sorunsalı ile S’leri dörtledin; tüm kalbimle tebrik ederim.

Sınava kadar ki süre boyunca yeterince hazır olup olmayacağın içini yer durur… Sınava dair rüyalar, çok başarılı olduğun hayaller, her şeyin aksi gittiği teoriler kafanda uçuşur. Sınavdan bir gece önce eş dost tanıdık herkes arar moral verir, sabah beklenir. Hayatında bir daha gitmeyeceğin bir semtteki bir okulda nedense de seninle aynı durumdaki onlarca yaşıtına bolca yabancı hissederek o sınavın başlaması beklenir.

Askeri düzeyde bir disiplinle gerçekleşir tüm tantana. Sınav süresi, yetişecek mi ya da fazla mı erken bitti gibi endişelerle geçer gider… İlerleyen günler bu sefer tanıdık tanımadık alakalı alakasız herkesin “nasıl geçti?” sorularına sabrederek beklenir. Aslında iyi kötü bilir herkes sonucun ne geleceğini ama yine de “resmen” açıklanana kadar hiçbir şey net değildir. Kolay mı bir ömür çizilecektir!

Açıkça bu beklemenin bir sırrı yok… Tecrübe dediğin o yaşlarda eksik ve de dolayısıyla pireyi deve etmek adetten olduğundan o sınavlar hayat memat meselesi gibi gelir ama değildir. Maalesef ki her duyulduğunda sinir olunan “bunlar en güzel zamanlar” cümlesi tamamıyla gerçektir. Yine de bunu anlamak için zamanın geçmesini beklemek gerekir…

Bekleyen

5 Haziran 2010 Cumartesi

Sette beklemek...


Aslında "beklemek" değil sanki pek. Bekliyormuşum gibi gelmiyor. Canlandırdığım "anlar" ve "beklediğim" anlar... Bunları yazarken sette beklediğimi değil yaşadığımı fark ettim. Bir şey beklemiyorum çünkü yapıyorum, yaşıyorum. Orada bulunduğum her anın tadını çıkarmayı seviyorum. Kah koltuğumda sözlerimi geçerken kah oyun arkadaşımla karşılıklı prova yaparken, yönetmenimin yanına oturup sahneleri seyrederken, kostümümü giyerken, makyajım yapılırken, kahvemi yudumlarken, saçlarım taranırken, hoş sohbetli yemeklerimi yerken, oynarken, olurken...

Bütün bunları insan gibi tatmayı seviyorum. Tadında yaşamayı seviyorum. "Beklediğime" değmesini seviyorum. Düşünsenize; bir, kendi kapınızdan önce oynadığınız bir "oyun" var, bir kapının arkasında başlayan bir "oyun", setten içeri girdiğiniz anda yaşanan "oyun" veee elinizdeki kağıtta nasıl yaşayacağınızı anlatan "oyun". Oyun içinde bu kadar "oyun" varken, nasıl beklenir, ne beklenir?

Asıl beklediğim; tüm sektörün kendi haklarını alabilmek adına bir araya gelmesi ve yıllaaarrdır süren bu bekleyişi bitirmesi. Artık beklemesek...

Janset

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Gel-e-meyen haber…

Gece yarısı… Kahve, bourbon ya da su fark etmez… Size neyin eşlik ettiği önemli değildir… Tiryakiyseniz paket çoktan bitmiş veyahut Nutella kavanozu ile derin bir ilişkiye girilmiş olabilir… Sonuçta vakit geçtir ve eylem yine beklemektir…

Saat ilerledikçe o telefonun çalma ihtimali daha da düşer… Hele kapıdaki tıkırtının hiç şansı kalmaz… Teknolojinin hayatımızdaki yeri malum… MSN, cep mesaj, mail, kurumsal mail… Facebook sayfasında hareket var mı? Twitter’a bir şey yazmış olabilir… ‘Belki ayakta olduğumu düşünmüyordur’ denir, sosyal network’ler üzerinden manidar laflar edilir… Bir de G-talk’a mı baksak?

Gelmez! Ama yine de beklenir…

Gönül meselesi beklemek eyleminin en bi sevimsizidir. Dergilerde an itibariyle ilgi çekici konu kalmamış, TV sarmamış, PS baymış ya da uyku kaçmıştır. Malum kişinin konudan haberdarlığı ise her daim şaibe taşır.

Sırayla tüm ihtimaller tam tersinden hesaplanır. Arasam, mesaj çeksem, offline mesaj yazsam, mail atsam vs vs… Sabırsızsanız bu yollardan birine başvurursunuz. Şayet anında cevap gelmezse vay bekleyenin haline… Şimdi eziyet iki katı… Yok gelirse ne mutlu size!..

Hoş en başta genel eğilim beklemeyi gerektirdiyse zaten ortada küçük de olsa bir kriz var demektir… Dolayısıyla sabahla aranızdaki mesafe, -kişiliğinize göre hızı değişse de- güzelce açılır… Sinirli bünye kendini sokağa atar, melankolik radyoyu açar, depresifler yatağa sığınır, hiperaktif olan yemek pişirmeye ya da dans etmeye kalkabilir… Ya da boş boş karanlık seyredilir… Dedik ya kişiliğinize göre oyalanma yöntemleri şekil değiştirir ama gerçek değişmez… Haber gelmemektedir…

Aynı evi paylaşan iki kişiyseniz bu durumla yine de karşılaşılabilir… O telefon bi açılmasın da görelim! Ezkaza karşı tarafın nerede olduğu bilinmiyor ya da kendine ulaşılamıyorsa bu deneyim intikam planları ve felaket senaryoları arasında bir kurgusal zenginlikle süslenir ki sormayın!

Bu durumda yine o makbulsüz kurallardan biri devreye girer beyler bayanlar: Beklenen haber, gelmeyen haberdir!

Bu bekleyişin kolayı yoktur ancak şayet yalnız olmadığınızı bilmek kendinizi iyi hissettirecekse kıssadan hisse şöyle denebilir: Nice şiir ya da bestenin o bekleme gecelerinden çıkması hiç de tesadüf değildir.

Bekleyen

24 Mayıs 2010 Pazartesi

A Avrupa yolunda…


Sporla uğraşanlar çok iyi bilir ki başarı, her daim çıtasını yükselten bir olgudur. Bir hedef koyarsınız, o hedefin gerektirdiklerini hayata geçirmek için mücadele edersiniz… Ancak gerçek anlamda bir başarıdan bahsetmek uzun soluklu bekleyişleri de beraberinde getirir… Hedefiniz genelde kısa vadede iki, uzun vadede beş ya da altı yıla yayılmış bir kurguya zorlar sizi… Sonra mı? Yeni bir hedefin vakti gelmiştir.

Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada insanların hobi olarak gördüğü bir işi kendine kariyer seçmek pek çok açıdan kişiyi farklı kılıyor. Ben o seçimi 16 yaşında yaptım ve çok bilinen ya da tercih edilen sporlara kıyasla oldukça alternatif düşen sutopunu kariyer yolum olarak belirledim. O dönemki şartlarda ilk ve doğal hedef Galatasaray’ın başına geçmekti… 27 yaşında Galatasaray’ın başantrenörü olduğumda çıta pek tabii ki yükseldi ve amaç milli takım olarak önümdeydi.

2005 yılında Universiade’da A milli takımla üçüncülük madalyasını aldığımızda, gözümüz Avrupa’ya çevrildi… Avrupa’nın en iyi 12 takımının karşılaştığı A Grubu hedefinin gerçekleşmesi ise tam beş yıllık bir bekleyişi de beraberinde getirdi… Yıllarca her Avrupa Şampiyonası finallerini izlemeye gittiğimde “belki bir gün” cümlelerini sıkça kurduğumuz A Grubu yolunda en önemli dönemeç B Grubundaki şampiyonaydı. Lugona’da ardı ardına oynanan sekiz maçın öncesindeki bekleme bir yana, bir de her gece yeni doğacak günün diğer maçlarını bekleyerek geçti. Sonuçta B Grubu’nun şampiyonu olduğumuzda önümüzde A Grubu elemeleri için önümüzde sekiz ay vardı…

Sekiz ay boyunca İstanbul’da oynanacak elemeleri bekledik… Çalışmalara başladığımız ilk günlerde bu hedefe inanacak oyuncu bulmak bile zordu. Çünkü sadece birkaç yıl öncesinde muhtemel rakiplerle maçlar 10 farkla bitiyordu… O sekiz ay boyunca oynanan tüm resmi maçlar, gidilen kamplar ya da antrenmanlarda her “kötü” sonuç, beklemeye bir de demotivasyonu ekliyordu.

Bizim ilk defa katılmaya çalıştığımız grupta, rakibimizin 12 yıldır oynadığı gerçeğini unutma şansımız yokken tüm o süreçte elemeler yaklaştıkça “imkansız”, “acaba”, “keşke” gibi onlarca duygunun ifadesi de yanımızdaydı. Zaten sporun doğasında iyi hazırlanmak kadar hissiyat kavramı da çok ciddi bir yer kaplıyor. İnanç, yenilgiden yılmamak, kötü skorda düşmemek turnuva gününü beklerken sporcularınıza en çok aşılamanız gereken duygular…

Son hafta hele hiç geçmek bilmiyor… Artık yapacak hiçbir şey kalmamış durumda… Ne taktiği değiştirebilirsin ne yeni antrenman ekleyebilirsin ne de fizik güce bir katkın olur… Bir antrenörün en kötü haftası… Sadece maç görüntülerini defalarca hatta belki de biraz gereksizce izlersin… Ve beklersin…

Konu spor olunca işin içine giren adrenalin faktörünü de unutmamak gerek… Ki sabır ve adrenalin çok da yan yana gelebilecek iki kavram olmamasına rağmen… İkilikler, işinizi etkileyen ve kontrol edemediğiniz faktörler… İşin kötüsü bekleyiş biter, hedefe ulaşırsınız ve birkaç saat sonra etkisi geçmeye başlar… Birkaç gün üzerinizde o hava kalır ancak şayet başarı odaklı yaşıyorsanız yeni hedefi koymanız bir haftanızı bile almaz…

Bugün elemelerden sadece iki hafta sonra, Avrupa A Ligi’ne giden ilk Türk sutopu milli takımını temsilen bu yazıyı yazarken elbette ki yeni hedefim belli… Sadece tecrübeyle biliyorum ki oyuncularıma söyleyeceğim doğru zamanı da beklemem gerek.

Sinan Turunç
Türkiye Sutopu Federasyonu
Milli Takımlar Başantrenörü

11 Mayıs 2010 Salı

Devlet kapısı

Yolu sevgiden geçenler birleşin! Çünkü resmi bir dairede resmi bir işiniz varsa şayet konu malum bekleyeceksiniz…

Düzeyiniz, eğitiminiz ya da moda ifadesiyle sosyal statünüz fark etmez. Yaptığınız işe göre sıklığı değişse de elbet ama elbet günün birinde bir resmi daire kapısının önünde bulursunuz kendinizi…

Şimdilerde işler eskiye göre oldukça hızlansa da çok emin olmayın. Tamamen otomasyona geçildi diyebilirsiniz ancak o sistemlerin çökmesi her daim an meselesidir… Malum 70 milyonluk ülke! Pasaport, vize, SGK, nüfus müdürlüğü, vergi dairesi, askerlik şubesi, araç muayene, trafik şubesi, postane ve pek tabii ki emekli maaşı meselesi…

Öncelikle kahvaltınız etmiş, çayınızı ya da kahvenizi içmiş, mutlak ayılmış ve sinirleri alınmış olun. Hatta fırsatınız varsa alternatif tıbba güvenin. Bitki çayları “yatışmak” konusunda bire birdir. Yola hazır çıkın kısaca…

Acı gerçeği baştan kabullenin, özel sektörün ve de özelikle büyük şehirlerin hıza dayalı kuralları buralarda geçmez… Boyut değişir, zamanın akışı bildiğinizden şaşar… Siz sürekli saate bakar, araya kaynayanlarla kavga edip etmeme kararını vermeye çalışır, yakın çevrenizde dolanan ve hayatınızda bir daha asla karşılaşamayacağınız insanlarla garip diyaloglar içine girersiniz…

Bekleyenler olarak söylenmek adettendir. Arada bazı sinir katsayısı yüksek ağabeyler çıkar, mutlaka arkalarından “adam haklı” nameleri yükselir. Zaten genel olarak herkes haklıdır. Yalnız bu haklılık durumda bir değişiklik yaratmaz, sadece haklı bir bekleyiş yaratır!

Bu işlerden kaçışınız yok… O yüzden benden tavsiye önce sistemi çözün. Sakın emin olmadığınız bir kuyrukta beklemeyin… Mutlaka size söylenen bilgiyi en az iki yerden teyit ettirin. Cevap alamıyorsanız da ısrar edin. Yetmez, etrafınızdakilerle sohbet edin, sizden iyi bilen biri elbet vardır! Ama her duyduğunuza da kulak asmayın, bir önceki kurala dönüp bilgiyi bir daha teyit ettirin.

Günün sonunda kimse size “yarın gel” demediyse, bu zorlu ve de çetin mücadelelerden kendinizi bir seferlik bekleyişle kurtardıysanız evinize muzaffer bir kumandan edasıyla dönebilirsiniz. Yok, beklenen oldu ve yine aynı kapının yoluna düşüyorsanız da boşuna kendinize eziyet etmeyin… Kaçış yok, yine gidecek yine bekleyeceksiniz… Tüyoları unutmayın yeter!

Bekleyen

7 Mayıs 2010 Cuma

Bebek beklemek…

Nedense kadına atıf bir durum gibi görünüyor ancak küçük bir sır veriyim erkekler bu konuda çok daha heyecanlı!

Kadınlar doğası gereği doğuma neredeyse doğuştan hazır! Tamam abartmayalım, teknik olarak 13-17 yaş aralığında hazır hale geliyor… Ama erkek tarafı için konu baştan aşağı bilim kurgu filminden farksız… Pek bir şaşkın izliyorlar genelde olan biteni…

Derdim kadın–erkek ayrımı değil pek tabii ki… Daha başlarken savaş çıkmasın. Hem zaten önümüz Anneler Günü… Bu nedenle bu yazı tüm annelere gitsin. Çünkü muhtemelen hayatlarının bekleyişi doğumu beklemek olacaktır her biri için…

Korkulu bir bekleyişten bahsediyoruz aslında… Her bireyin hayatının en önemli anı olan bebeğin gelişi beraberinde o kadar çok endişe getiriyor ki…

Olası tehlikeleri açıp adam gibi okuyan er ya da hatun kişi üç günde anksiyetesini kaybeder! Eh malum kadınlar endişeye biraz daha meyilli…

Kız mı erkek mi? Kaç aylık? Durumu nasıl? Yeterince besleniyor muyum? İsmi ne olacak? Hangi burca girecek? Ya bir aksilik olursa? Neden bu kadar uyuyorum? Daha kusacak mıyım? Normal doğuma dayanabilir miyim? Sezaryen çok mu eziyet? Tanrım, şişmanlıyorum…

9 aylık sürecin ufak tefek birkaç yan etkisi… Tanıdık geldi mi? Bir de son saatleri var meselenin… Doğuma yaklaşılan her dakika başka bir heyecan…

Ama her annenin bildiği şekilde bu beklemenin sonu doğanın en büyük mucizesi… Anne ve bebeğin arasındaki kordonun kesilip, nihayet ilk temas yaşandığında tüm o telaş bitmedi mi?

Dünyanın tüm anneleri, o ilk ve kutsal anınız bir kez daha kutlu olsun…

Sahi erkekler “alien” bekliyordu değil mi?

Bekleyen

Beklemek bir eylem mi?

Cevabı en baştan veriyorum: Olmasın, hatta mümkünse sonundaki –mek takısı da atılsın bir zahmet! Emir kipinde kalırsak hayır deme şansımız olur hem…

Şöyle bir düşününce her ne bekliyorsan, beklemezken gelir gibi garip bir durum var hayatımızda. Sebebi murphy, karma, doğa, kader ya da şans olabilir ama genelde bu kural pek bi geçerlidir. Zaten adı kural olunca da keyifsiz oluyor ya. Aslında sorun şu ki bir de kırılabilen cinsinden değil… Çünkü ve de maalesef beklemek içinde özneden başka bir faktörü de barındıran eylemdir.

Dilbilgisi dersine dönmeden örnekleyelim… Misal yemek kişisel bir eylem normalde… Kendin hazırlıyorsan tabii. Ancak sokaktaysan ve ne kadar açsan; servis o kadar gecikir! O zaman beklememenin yolu kendi işini kendin yapmak denebilir de… Pratikte mümkün değil…

Her iş ayrı uzmanlık, her bekleme bir başkasına dair… Dolayısıyla da hayat beklemekle geçiyor. Sevgilinin gelişi, toplantının sonucu, öğrencinin sınavı… Beklerken ne çok vakit geçiyor yahu!

Şahsen benim en çok da haber beklerken, ilkokul çocuğu gibi karnımın ağrıdığı zamanlar oluyor… Hoş onlar da ilköğretim okulu çocuğu ya artık… Her şey mi değişti?

Neyse neyse o yola girersek hayatta çıkamayız. Burada amacım belli, beklemek eziyetinin deneyimini paylaşacağım. Hatta bir kısım eş-dost da destek atacak, söz verdi. Belki birkaç tanıdık sima da aramıza katılabilir, kim bilir?

Beklemediğimiz günler dileğiyle,

Bekleyen