“Bu konser çok güzel olacak, çok etkileyici olacağım ben, benim kıyafetim parlak olacak, ceketim gri, gömleğim siyah, kravatım ise... O da siyah olsun... Yok gri... Hayıır kırmızı kan gibi!.. Yok be saçmalama! Gri ceketle siyah gömlekle kırmızı kravat? Neyse sonra bakarız. Peki pantolon? Hmm ceket gri ama parlak, gömlek siyah ama mat... Eeeh pantolon da siyah olsun, güzel olacak… Ayakkabı hımmm hımmm hımmmmmmm.... Eee ne düşünüyorsun ki siyah tabii ki, olur biter, erkeksin yav. Evet, doğru erkeğim, ama... Yok, kesinlikle havalı olacağım, kesinlikleee!
Peki, sahneye çıkıyorum, eveet, kocaman alkış kopuyor, tanıyorlar beni, oleeey, ben de hemen ''Hoş geldiniz dostlarım'' ve çok güzel espri patlatıyorum, hımmm mesela, meselaaaa, şey... Yaniii, Lazlarla ilgili bir fıkra, ay çok güzel olur! Çok komik!!!... ??? ya salonda Lazlar olursa? Hımm, alınırlar... Silahları da çok severler onlar... Yok Laz fıkrası olmasın, o zaman bir Türk, bir Fransız ve bir Amerikalı... Olur bence, onlar salonda olsa da, sadece Türk anlar fıkrayı, yırtarız. Okey, ilk çıkışımı hallettik. Sonra da çalacağım, ne çalayım? Piyanodan başlayım çok neşeli bir şey olsun, mesela dokuz sekizlik bir şey!!! .... Yav konserin ta başında dokuz sekizliğin ne işi var be.
Olmaz tabii, öyle romantik bir şey çalacağım ki millet mest olup uçsun ilk akorlardan, mesela Beethoven'den Moonlight Serenade... Dur bir kere Moonlight Serenade Beethoven değil, Glenn Miller o... Ayrıca da klasik piyanist değilim, öyle tırışkadan piyanistim... Evet, abarttım biraz. Olsun yine de gitar çalıp hep beraber Sarı Gelin söyleriz, ne güzel olur. İzleyicilerden en güzel kızı seçip sahneye davet ederim, onunla beraber söyleriz, oh beee... Hımm peki ya onun sesi, kulağı olmazsa? İğrenç olur, yok en iyisi o güzel kızla bakışırız sadece, o yerinden kalkmasın, sonra zaten imzamı almaya gelir o, orada konuşuruz.
Ok, halkla ilişkilerimi de hallettim. Konser gittikçe ısınıyor, artık fıkralar şarkılar türküler havada uçuşuyor, bir de üstüne saksafonumu çalarım, millet iyice kafayı yesin, öyle jazzy ve seksii, o kıza baka baka... Kesin kulise imza almaya gelir, kesiinnn.
Sonra sahneye konuk sanatçı arkadaşımı çağıracağım, bir iki şarkıyı söylesin kız, ben de ona eşliği piyano ile belki gitarla, belki flütle yapayım bakalım. Yavaş yavaş finale yaklaşıyoruz, finalin güzel olması çok önemlidir, insanlar konserden çıkarken, eve giderken hep: ''ya nasıl güzeldi o son parça'' demeli. Evet! Finalde hep beraber 'Memleketim' söylesek... Yok ya memleketlerimiz farklı ya, ben bir Ukraynalıyım bir kere... O zaman Kalinka'yı patlatırım: ''Ve hadiii hep berabeeer!'' Kalinka'yla konserimi bitireceğim, kocaman alkış kopsun, ben de sahnenin önünde durup selam, öpücükler, el hareketiyle ''yoook esas sizsiniz, ben ne yaptım ki!'' göstereceğim, çok da hoş olur, öyle duracağım gözü kapalı, kollar açık, alkış hiç durmuyor, sol omzuma birisi dokunmuş, çekiyor, sesleniyor bana, alkıştan sesini duyamıyorum, Ne? Neee? ''Uyan'' da ne demek?
Ufff her konserden önce aynı rüyayı görmek zorunda mıyım? Sahne bekleme stresinden mi acaba?
Yuriy Ryadchenko
27 Temmuz 2010 Salı
23 Temmuz 2010 Cuma
Gelmez gülüm, gelmez yavrum...
Beklenirken gelen yok, o kısmı çözmüştük. Söz verip de gelmeyen var ama… “Şimdi geliyorum, bugün geliyorum, yarın sabahtan kesin geliyorum”… Tanıdık geldi mi? Eski sevgililerden bahsetmiyoruz, hayır. Hayatımızda daha kritik önemi olan bir insan topluluğunda sıra: Ey tamirci ahalisi, hepinize kocaman bir merhaba!
Hayatınızda hiç tesisatçı, boyacı veya marangoz beklemediyseniz, bugüne kadar hiçbir şey beklememişsiniz demektir. Lavabo altındaki boru mu patladı? Evdeki sigortaları yenilemeye mi karar verdiniz? Yatak odasına yeni bir dolap mı lazım? Yoksa taşınıyor musunuz? Cehenneme hoş geldiniz!
Zanaat dediğiniz an akan sular durur… Evde ya da yakın aile çevresinde elinden iş gelen adam modelinden varsa onun keyfini beklersiniz. El ustalığı gerektiren işlerde destek olacak kimse yoksa beklemeye başlayabilirsiniz. Usta kısmında kötüye çatarsanız, hayatınızı alt-üst olur. İyisi ise maalesef karaborsadadır işte… İşini yi yapan ustaya ulaşmak meseledir. Buldunuz da mı getirmek daha büyük mesele…
Sayıları gün geçtikçe azalan zanaatkarlar, işi planlayan, yapan, tahsil eden, organize eden kısaca her şeydir. Ve muhtemelen her şeyi anında ve kusursuz isteyen bizim gibi bünyeleri de pek sevmemektedir. Call center’lı, randevulu gelen elektronik cihaz servislerine benzemez onlar. Çoğunlukla keyif adamlarıdır. “Hele bir çay koy da içelim yeğen” ile başlanır bir kere işe… Sizin beklerken çektiğiniz eziyet, onların pek gündeminde değildir. Ararsınız açmaz, gelirim der gelmez. Gelir, bir şey lazım olur, gider, dönmez.
İki günlük iş yediye, bir aylık tamirat ise üç-beş aya uzayabilir… Siz öyle bütün ev ayakta beklersiniz… Eliniz mahkumdur bir kere… İşin içinde kötü bir niyet de yoktur çoğu zaman, bu adamların huyu böyle. Vicdanlıdırlar aslında, ortada patlak-çatlak, akan-kokan bir şey varsa önceliği alabilirsiniz. Ama yok keyfi bir tamirat peşindeyseniz aciliyet listesinde sürekli geri düşersiniz. Dolayısıyla da çok daha uzun beklersiniz…
“Parasıyla değil mi?” diye hatasına sakın düşmeyin, usta kısmının o da çok umurunda olmayabilir… Dedik ya karaborsada iyiler, sakin olun, derin bir nefes alın ve adama boşuna cıyaklamayın. Çekip giderse şayet, tecrübeye sabit gelen gideni aratacaktır. Yazın bi yere…
Bekleyen
Hayatınızda hiç tesisatçı, boyacı veya marangoz beklemediyseniz, bugüne kadar hiçbir şey beklememişsiniz demektir. Lavabo altındaki boru mu patladı? Evdeki sigortaları yenilemeye mi karar verdiniz? Yatak odasına yeni bir dolap mı lazım? Yoksa taşınıyor musunuz? Cehenneme hoş geldiniz!
Zanaat dediğiniz an akan sular durur… Evde ya da yakın aile çevresinde elinden iş gelen adam modelinden varsa onun keyfini beklersiniz. El ustalığı gerektiren işlerde destek olacak kimse yoksa beklemeye başlayabilirsiniz. Usta kısmında kötüye çatarsanız, hayatınızı alt-üst olur. İyisi ise maalesef karaborsadadır işte… İşini yi yapan ustaya ulaşmak meseledir. Buldunuz da mı getirmek daha büyük mesele…
Sayıları gün geçtikçe azalan zanaatkarlar, işi planlayan, yapan, tahsil eden, organize eden kısaca her şeydir. Ve muhtemelen her şeyi anında ve kusursuz isteyen bizim gibi bünyeleri de pek sevmemektedir. Call center’lı, randevulu gelen elektronik cihaz servislerine benzemez onlar. Çoğunlukla keyif adamlarıdır. “Hele bir çay koy da içelim yeğen” ile başlanır bir kere işe… Sizin beklerken çektiğiniz eziyet, onların pek gündeminde değildir. Ararsınız açmaz, gelirim der gelmez. Gelir, bir şey lazım olur, gider, dönmez.
İki günlük iş yediye, bir aylık tamirat ise üç-beş aya uzayabilir… Siz öyle bütün ev ayakta beklersiniz… Eliniz mahkumdur bir kere… İşin içinde kötü bir niyet de yoktur çoğu zaman, bu adamların huyu böyle. Vicdanlıdırlar aslında, ortada patlak-çatlak, akan-kokan bir şey varsa önceliği alabilirsiniz. Ama yok keyfi bir tamirat peşindeyseniz aciliyet listesinde sürekli geri düşersiniz. Dolayısıyla da çok daha uzun beklersiniz…
“Parasıyla değil mi?” diye hatasına sakın düşmeyin, usta kısmının o da çok umurunda olmayabilir… Dedik ya karaborsada iyiler, sakin olun, derin bir nefes alın ve adama boşuna cıyaklamayın. Çekip giderse şayet, tecrübeye sabit gelen gideni aratacaktır. Yazın bi yere…
Bekleyen
14 Temmuz 2010 Çarşamba
Rampaların ustası, trafiğin hastasıyız!
Bütün sosyolojik tanımları bi yana yakın mesafeden bakınca kentin göç almış ve de insanlarda “sığmıyoruzzz” hissiyatı bırakan haline metropol diyorlar. En meşhurlarının başında malum New York geliyor. Frank Sinatra’nın çok bilinen şarkısında geçtiği gibi orada ayakta durabilen her yerde durur diye düşünülüyor… Hong Kong, Londra ve benzerleri… Yine şarkıya atıfla hepsinde uyumayan ve uyutmayan bir hal var, aynı İstanbul’da olduğu gibi…
Tüm romantizmi bir yana bu çekici kentlerin en olumsuz tarafını çok uzaklara gitmeden memleketten örnekleyelim: Alsancak’ta bir akşamüstü otururken “hadi Karşıyaka’ya gidelim” derseniz, alacağınız cevap “çok uzak” olur… En ala trafik saatinde 15 ile 30 dakika arasında harcanacak o zaman, bir İzmirli için haklı olarak çoktur. İstanbul’da ise o süre “yakın” lokasyonu işaret eder.
Acaba hesaplayan var mı, ortalama bir İstanbullu ömrünün ne kadarını trafikte harcıyor? Fena moral bozucu bir cevap çıkma ihtimali yüksek… Seçim dönemlerinde kenti üçe bölüyorlar, kalabalığı varın oradan hesap edin. Kaç milyon olduğu şaibeli bu kalabalık her gün okul, iş ya da gezme amaçlı sokağa dökülüyor… Gidilecek istikamet metro ya da deniz ulaşımı barındırmıyorsa vay halinize… Çünkü macera şimdi başlıyor.
Aynı zamanda uluslararası ticaret yollarını içinde barından bu kentte bir tırın devrilmesi an meselesidir. TEM’in X gişesi yakınlarında gerçekleşebilecek bu senaryo gün boyu trafiğin açılmaması haine gelir… Yağışlı havalarda viyadükler, güzel havalarda sahil kesimleri en sakin insanı bile çileden çıkarabilir…
Köprü gişeleri kendi başına yazı konusu, onları özel olarak anmak gerekir. Vatan Caddesi, Şişli ya da Bağdat Caddesi gibi güzergahlar sadece sabah 4’te sakin kalabilir… “Şimdiye Bursa’ya varmıştım”, “yürüsek daha iyiydi”, “bu sürede Anadolu’da üç kent geçerdik” gibi beylik cümleler hiç bitmez, hep tekrarlanır. Çift havaalanı olmasına rağmen, havaalanına ulaşmakta geçirilen zaman yüzünden genelde 500 KM’ye kadar uzaklıktaki yerlere arabayla gidilir ki genelde eş zamana denk gelir.
İşte tam da bu nedenlerle beyler bayanlar, beklemekten bıkkın İstanbul şoförleri tüm ara yolları dener, sormaya tenezzül etmez ve de gaza yüklenir… Bir taksici vakti zamanında durumu şöyle özetlemişti: “Abbasağa’da yavaş gidersen Nişantaşı’nda trafiği tıkarsın!” Arada hiç yoksa 3-5 kilometrelik bir mesafe olduğunu düşünürsek başka söze de hacet yok sanki.
Siz yine de dikkatli kullanın! İçinizdeki trafik canavarına da dur diyin. Gideceğiniz mesafelerde trafiği hesaba katın ve gerekiyorsa vazgeçin. Bazen en doğrusu inat etmemektir…
Bekleyen
Tüm romantizmi bir yana bu çekici kentlerin en olumsuz tarafını çok uzaklara gitmeden memleketten örnekleyelim: Alsancak’ta bir akşamüstü otururken “hadi Karşıyaka’ya gidelim” derseniz, alacağınız cevap “çok uzak” olur… En ala trafik saatinde 15 ile 30 dakika arasında harcanacak o zaman, bir İzmirli için haklı olarak çoktur. İstanbul’da ise o süre “yakın” lokasyonu işaret eder.
Acaba hesaplayan var mı, ortalama bir İstanbullu ömrünün ne kadarını trafikte harcıyor? Fena moral bozucu bir cevap çıkma ihtimali yüksek… Seçim dönemlerinde kenti üçe bölüyorlar, kalabalığı varın oradan hesap edin. Kaç milyon olduğu şaibeli bu kalabalık her gün okul, iş ya da gezme amaçlı sokağa dökülüyor… Gidilecek istikamet metro ya da deniz ulaşımı barındırmıyorsa vay halinize… Çünkü macera şimdi başlıyor.
Aynı zamanda uluslararası ticaret yollarını içinde barından bu kentte bir tırın devrilmesi an meselesidir. TEM’in X gişesi yakınlarında gerçekleşebilecek bu senaryo gün boyu trafiğin açılmaması haine gelir… Yağışlı havalarda viyadükler, güzel havalarda sahil kesimleri en sakin insanı bile çileden çıkarabilir…
Köprü gişeleri kendi başına yazı konusu, onları özel olarak anmak gerekir. Vatan Caddesi, Şişli ya da Bağdat Caddesi gibi güzergahlar sadece sabah 4’te sakin kalabilir… “Şimdiye Bursa’ya varmıştım”, “yürüsek daha iyiydi”, “bu sürede Anadolu’da üç kent geçerdik” gibi beylik cümleler hiç bitmez, hep tekrarlanır. Çift havaalanı olmasına rağmen, havaalanına ulaşmakta geçirilen zaman yüzünden genelde 500 KM’ye kadar uzaklıktaki yerlere arabayla gidilir ki genelde eş zamana denk gelir.
İşte tam da bu nedenlerle beyler bayanlar, beklemekten bıkkın İstanbul şoförleri tüm ara yolları dener, sormaya tenezzül etmez ve de gaza yüklenir… Bir taksici vakti zamanında durumu şöyle özetlemişti: “Abbasağa’da yavaş gidersen Nişantaşı’nda trafiği tıkarsın!” Arada hiç yoksa 3-5 kilometrelik bir mesafe olduğunu düşünürsek başka söze de hacet yok sanki.
Siz yine de dikkatli kullanın! İçinizdeki trafik canavarına da dur diyin. Gideceğiniz mesafelerde trafiği hesaba katın ve gerekiyorsa vazgeçin. Bazen en doğrusu inat etmemektir…
Bekleyen
5 Temmuz 2010 Pazartesi
Dünya Kupası uğruna
Beklemek kimi zaman sıkıcıdır... Kimi zaman da eğlenceli… Ama beklemenin en derin duygusu “belirsizliktir...” Bilemezsiniz ne olacağını… Onun için bekler insan… Heyecanla ne olacağını görmek için bekler… Doğumu beklemek başkadır, ertesi gün gazetede çıkacak haberi beklemek başka... Bütün insani duyguların dışında gerçek bir futbolseverseniz “derbi” beklemek, kader çizecek 90 dakikayı beklemek farklıdır… Hayat zaten belirsizliklerle doludur... Bir dakika sonra ne olacağını kestiremezsiniz… Hele işin içine ‘top’ giriyorsa hiç bilemezsiniz ne olacağını…
Şimdi Dünya Kupası var… Hepimiz her gün yeni bir heyecanla kalkıyoruz yataktan… “Acaba bugün kim kazanır?” ana sorumuz… Sürpriz olur mu? Favori yoluna devam eder mi? Gazetede sayfa hazırlayacak olanın derdi başkadır, bahis oynayanın ayrı, taraftar olanın ayrı... 2002 Dünya Kupası’nda kalbimiz başka çarpıyordu... Türkiye Kore’de, Japonya’da sahadaydı… Onun için farklıydı kupa.. Bugün ise farklı... Mesut mu, Maradona mı, gönüllerin şampiyonu Brezilya mı, yoksa futboluyla büyüleyen İspanya mı? Yine uzağında kalarak bekliyoruz maçları… Yani heyecan var ama kalben değil heyecan… Pır pır atmıyor yüreğimiz bekleme sürecinde. Hep kişisel beklentiler var... Ya iş için bekliyoruz, ya bahis oynamışızdır sonuç için bekliyoruz, ya da iddiaya girmişizdir arkadaşımızı kızdırmak için bekliyoruzdur… Yoksa kimsenin kronik Alman ya da İspanyol olduğunu sanmıyorum…
Biz gazeteciler “iş” için bekliyoruz Dünya Kupası’nı... Maçı ertesi gün sayfaya nasıl yansıtacağımızı planlarız… “Kim kazanırsa ne olur?” tartıştığımız birincil konudur.. Maradono mevzu bahisse basın toplantıları maçtan daha önemlidir… “Acaba ne diyecek yine?” merakı kaplar içimizi… Diego zaten hepimizin çocukluk ya da gençlik ilahı... O söz konusu olunca maç başka bahara kalıyor… Biz Türkler de aslen maçı değil, dedikodusunu sevmiyor muyuz zaten… Daha ne isteriz ki Maradona’dan başka...
Gazeteyi ikiye ayırmak lazım.. Biz sporcular, işin editoryal kısmına bakarız... Baskıcılar da sayfaların yetişip yetişmeyeceğine… Uzatmaya kalan maçları, penaltı atışlarını baskıcılar hiç sevmez… Atılan her penaltı kaçan bir hat demektir, ya da ekstra kalkacak kamyon… Onlar için kim kazanırsa kazansın 90 dakikada kazansındır ana parola...
Biz ise işin estetik kısmına kaygılanırız… Maç sonunda bir kupa töreni varsa ve bu Dünya Kupası finaliyse en iyi fotoğrafı bekleriz ajanslardan gelen… Tam sayfaya fotoğrafı koyacakken bilgisayarın başındaki bağırır “Ya bu fotoğrafı gördünüz mü?” diye… Koşar bakarsın hemen daha iyi var mı diye.. .Arada da telefon çalar, matbaadan ararlar.. Volüm her telefonda artar: “Sayfalar nerdeee?”…
Siz ise evinizde televizyonu kapatıp muhtemelen uykuya dalarsınız kupa töreninden sonra… Sizin beklentileriniz tatmin olmuştur muhtemelen ama bizim beklentilerimiz yeni başlıyordur aslında…
Gökmen Özdemir
Gazeteci, Spor Yazarı
Şimdi Dünya Kupası var… Hepimiz her gün yeni bir heyecanla kalkıyoruz yataktan… “Acaba bugün kim kazanır?” ana sorumuz… Sürpriz olur mu? Favori yoluna devam eder mi? Gazetede sayfa hazırlayacak olanın derdi başkadır, bahis oynayanın ayrı, taraftar olanın ayrı... 2002 Dünya Kupası’nda kalbimiz başka çarpıyordu... Türkiye Kore’de, Japonya’da sahadaydı… Onun için farklıydı kupa.. Bugün ise farklı... Mesut mu, Maradona mı, gönüllerin şampiyonu Brezilya mı, yoksa futboluyla büyüleyen İspanya mı? Yine uzağında kalarak bekliyoruz maçları… Yani heyecan var ama kalben değil heyecan… Pır pır atmıyor yüreğimiz bekleme sürecinde. Hep kişisel beklentiler var... Ya iş için bekliyoruz, ya bahis oynamışızdır sonuç için bekliyoruz, ya da iddiaya girmişizdir arkadaşımızı kızdırmak için bekliyoruzdur… Yoksa kimsenin kronik Alman ya da İspanyol olduğunu sanmıyorum…
Biz gazeteciler “iş” için bekliyoruz Dünya Kupası’nı... Maçı ertesi gün sayfaya nasıl yansıtacağımızı planlarız… “Kim kazanırsa ne olur?” tartıştığımız birincil konudur.. Maradono mevzu bahisse basın toplantıları maçtan daha önemlidir… “Acaba ne diyecek yine?” merakı kaplar içimizi… Diego zaten hepimizin çocukluk ya da gençlik ilahı... O söz konusu olunca maç başka bahara kalıyor… Biz Türkler de aslen maçı değil, dedikodusunu sevmiyor muyuz zaten… Daha ne isteriz ki Maradona’dan başka...
Gazeteyi ikiye ayırmak lazım.. Biz sporcular, işin editoryal kısmına bakarız... Baskıcılar da sayfaların yetişip yetişmeyeceğine… Uzatmaya kalan maçları, penaltı atışlarını baskıcılar hiç sevmez… Atılan her penaltı kaçan bir hat demektir, ya da ekstra kalkacak kamyon… Onlar için kim kazanırsa kazansın 90 dakikada kazansındır ana parola...
Biz ise işin estetik kısmına kaygılanırız… Maç sonunda bir kupa töreni varsa ve bu Dünya Kupası finaliyse en iyi fotoğrafı bekleriz ajanslardan gelen… Tam sayfaya fotoğrafı koyacakken bilgisayarın başındaki bağırır “Ya bu fotoğrafı gördünüz mü?” diye… Koşar bakarsın hemen daha iyi var mı diye.. .Arada da telefon çalar, matbaadan ararlar.. Volüm her telefonda artar: “Sayfalar nerdeee?”…
Siz ise evinizde televizyonu kapatıp muhtemelen uykuya dalarsınız kupa töreninden sonra… Sizin beklentileriniz tatmin olmuştur muhtemelen ama bizim beklentilerimiz yeni başlıyordur aslında…
Gökmen Özdemir
Gazeteci, Spor Yazarı
2 Temmuz 2010 Cuma
“Hazır olamayan” kadın sorunsalı
Eric Clapton’un çok bilinen şarkısı Wonderful Tonight’ın hikayesi söz konumuzdur bu sefer… Şöyle ki “bu gece harika hissediyorum çünkü gözlerinde aşkın ışığını görüyorum” benzeri cümleler barındıran bu şarkıyı Clapton’un aslında üst katta hazırlanması bir türlü sona ermeyen sevgilisini beklerken sıkıntıdan yazdığı rivayet edilir…
Bu bekleyişin süresi kestirilebilir değil… Hani devlet kapısında bile ikinci seferde olmayan üçte toparlar da… Bir kadının evden çıkışı hele ki söz konusu bir randevu ise… İşte tahmin edilemez diye o zamanlamaya denir.
Kadın kısmı kendini iyi hissetmek ister. Bunun için en iyi bildiği yol da iyi görünmektir. Erkeğin asla anlamayacağı bin tane detay barındırır bu iyi görünmek… Malum takıntı çok… Kimine göre kaşı az, kimine göre saçı çok. Birine sorsan bacağı kalın ötekinin beli… Göğüs konusuna hiç girmeyelim zaten, şahsen halinden memnununa henüz rastlamadım.
Hal böyleyken bekleyen adamın önem -bir başka ifadeyle kadında yarattığı beklenti- yüzdesiyle hazırlanma süresinin uzunluğu doğru orantılı. Kıyafet seçimi çok kritiktir, ayakkabı-çanta kombinasyonu hayatidir. Takı, makyaj, parfüm her biri ayrı karar meselesidir. Abartılı, havalı, mürebbiye, fazla kadınsı, yok çok cici…
İşte tüm bu hayati meseleler sırasında erkeğin durumu koltuk, hol, kapı ağzı, bahçe, sokak, araba gibi mekansal farklılıklar harici aynıdır: Bekler. Hatta koltukta başlayan bekleme sırasıyla hol, kapı ağzı, bahçe, sokak ve arabada beklemeye de dönüşebilir…
Er kişi bir kot ve gömlekle konuyu çözmüş, belki bir süre durumu sorgulamış, en sonunda da neyi beklediğini bilmeyi bile reddetme faslına çoktaaaan geçmiştir. Aklı başında bir erkek seçim yapmakta zorlanan kadını aceleye zorlamaz. İşler daha da uzar. Aklı başında erkek hatta o bekleyişte ortada hiç olmaz. Çünkü yakınlarda olmak sorulara da muhatap olmayı gerektirir. Nasıl görünüldüğüyle ilgili sorulara alelade cevaplar kadını kızdıracak, gerçek cevaplar daha da kızdıracaktır.
En iyisi bir uğraş bulmaktır. Boş boş bekleyip delirmektense, kendini oyalayıp beklediğini unutmak gayet geçerli çözümdür. Hem aynı kadının, çok da uzak olmayan bir gelecekte erkeğin televizyonun başından kalkmasını bekleyeceği gerçeğini de unutmadan!
Bu bekleyişin süresi kestirilebilir değil… Hani devlet kapısında bile ikinci seferde olmayan üçte toparlar da… Bir kadının evden çıkışı hele ki söz konusu bir randevu ise… İşte tahmin edilemez diye o zamanlamaya denir.
Kadın kısmı kendini iyi hissetmek ister. Bunun için en iyi bildiği yol da iyi görünmektir. Erkeğin asla anlamayacağı bin tane detay barındırır bu iyi görünmek… Malum takıntı çok… Kimine göre kaşı az, kimine göre saçı çok. Birine sorsan bacağı kalın ötekinin beli… Göğüs konusuna hiç girmeyelim zaten, şahsen halinden memnununa henüz rastlamadım.
Hal böyleyken bekleyen adamın önem -bir başka ifadeyle kadında yarattığı beklenti- yüzdesiyle hazırlanma süresinin uzunluğu doğru orantılı. Kıyafet seçimi çok kritiktir, ayakkabı-çanta kombinasyonu hayatidir. Takı, makyaj, parfüm her biri ayrı karar meselesidir. Abartılı, havalı, mürebbiye, fazla kadınsı, yok çok cici…
İşte tüm bu hayati meseleler sırasında erkeğin durumu koltuk, hol, kapı ağzı, bahçe, sokak, araba gibi mekansal farklılıklar harici aynıdır: Bekler. Hatta koltukta başlayan bekleme sırasıyla hol, kapı ağzı, bahçe, sokak ve arabada beklemeye de dönüşebilir…
Er kişi bir kot ve gömlekle konuyu çözmüş, belki bir süre durumu sorgulamış, en sonunda da neyi beklediğini bilmeyi bile reddetme faslına çoktaaaan geçmiştir. Aklı başında bir erkek seçim yapmakta zorlanan kadını aceleye zorlamaz. İşler daha da uzar. Aklı başında erkek hatta o bekleyişte ortada hiç olmaz. Çünkü yakınlarda olmak sorulara da muhatap olmayı gerektirir. Nasıl görünüldüğüyle ilgili sorulara alelade cevaplar kadını kızdıracak, gerçek cevaplar daha da kızdıracaktır.
En iyisi bir uğraş bulmaktır. Boş boş bekleyip delirmektense, kendini oyalayıp beklediğini unutmak gayet geçerli çözümdür. Hem aynı kadının, çok da uzak olmayan bir gelecekte erkeğin televizyonun başından kalkmasını bekleyeceği gerçeğini de unutmadan!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)